11 Aralık 2011 Pazar

AMERİKA'YA HAYRAN OLAN YAZAR HAKLI MI?



Bence haklı. Yazdığı konuda bazı şeyleri Amerika'ya ilk kez giden ergenlik çağının sonlarındaki genç gözü ile görmüş gibi olsada. Ya da Sofi'nin dünyasında anlatılan, tavşanın dibindeki pirenin, tüylerin üstüne çıkıp dünyaya hayran hayaran bakışı gibi gelsede kulağa yazdıkları... Middle East Studies Association of North America üyesi bir yazar için bu durumu böyle basit ifade etmek de ayrı bir yetenek.

Yazarın temel çıkarımı bilgiye ve yaratıcılığa en çok değer biçen ülke Amerika. Birde seçkincilik artık sermayeye değil bilgiye sahip olmakla ilgili bir durum.

 Ben konuya Türkiye'de bilgiye ve yaratıcılığa verilen değer açısından yaklaşarak bir okuma yapmanızı öneriyorum.

Sabah yazarı Hasan Bülent Kahraman bu yazıdan sonra ABD Büyükelçilğince ödüllendirilir mi bilinmez, kendisini yaftalanmayı göze alıp görüşlerini yazmaya cesaret ettiği için kutlayarak sizleri yazı ile başbaşa bırakıyor, yorumlarınızı bekliyorum...

------------------

ÇOK BİLGİ ÇOK AMERİKA


 Herkes kendi Amerika'sını yaşıyor. Burada konuşulan dilin tabiriyle DC'nin yaniWashington'un Amerika'sıyla New York 5. Cadde'nin "kokoş" Amerika'sı aynı mı? Orta Batı'da Allah'ın unuttuğu bir "cowboy" kasabasıyla LA'nin meşhur/lar mahallesi Hollywood nasıl bir olabilir?
Ben bilginin Amerika'sını yaşıyorum. Öncelikle üniversite kampusları demek bu. Ama işi bilgi üretimiyse hayatın her anına, sokağın her köşesine bucağına bu gözle bakıyor insan. Sosyal bilimler, politika, sanat ve kültür benim bilgiyi izlediğim, kovaladığım dünya. Ama şimdi kısa aralıklarla gelip giderken gözüme teknolojinin Amerika'sı çarpıyor. Daha çoklukla. Öncelikle.
Bunda yeni veya şaşacak bir şey yok. Yüksek teknoloji bilgisinin hayata uygulanması, alete dönüştürülmesi demek olan Brookstone mağazalarına girmese ve sadece gündelik alışverişin yapıldığı CVS, Duane Reade gibi mağazalarda dolaşsa da, süper marketlerde gezse de teknolojinin yani uygulanmış bilginin düzeyi karşısında insan takılıp kalıyor.




***

Bunu muhayyile ve yaratıcılık sağlıyor. Yeryüzünde insan muhayyilesine buradaki kadar para ödeyen ikinci bir ülke yok. Yaratıcılık dünyanın hiçbir yerinde Amerika'daki değere sahip değil. Şimdi Steve Jobs, Mark Zuckerberg, Bill Gates nedeniyle Amerika dışındaki insanların adını duyfuğu şu "garaj kültürü"gündelik hayatın en önemli parçası burada. Herkes kapanır evin garajında bir şeylerle uğraşır. En ücra kasabalarda başka bir şeye değil de karşıma çıkan bir kişinin "icatçıyım" demesine şaşırmışımdır. 1960'ların ikinci yarısından başlayarak yetiştiğim yıllarda Amerika uzay teknolojisi aracılığıyla bir kere daha teknoloji patlaması yaşıyordu ve dergilerde en çok "patent dairesi" ve mucit karikatürleriyle karşılaşıyorduk.




***

Ama şimdi onu da aşan ve Gates-Jobs ikilisinin kurduğu yepyeni bir dünya var: bilgisayar dünyası. Buradayken gündelik hayatımı "içinde" yaşadığım ipad'im bozuldu. Bir Apple mağazasına gittim. Beni "dâhiler barı"na (genius bar) aldılar. Etrafta her birisi başka bir kültürle yoğrulmuş 20'li yaşlarında gençler vardı. Bilgisayar dâhisi çocuklar. Onu bırakalım sadece ellerindeki alet dünyaya değer. Her şeyi bir tek aletle yapıyorlar. Hayat o kadar basitleştirilmiş.
Bir süre önce MIT laboratuvarlarında, televizyonun "kasasından", ekranından tamamen kurtarıldığını, bütün sahnelerin "boşlukta", yani mekânın içinde üç boyutlu olarak "tecessüm" ettiğini gördüm. Üç boyutlu (3D) televizyona ve görüntüye neredeyse her yerde geçilmiş durumda. Bütün bu teknolojinin getirdiği o farklı duyuş, yaşama tarzı, tavır, tepki ise hayatı bizim bildiğimiz, alıştığımız, sıradan gündelik gerçeğin çok ötesine taşıyor. Dil, giyim kuşam, zevk buna bağlı olarak değiştikçe değişiyor.




***

Bütün bunlar işte bilginin Amerika'sı. Evet, sadece yüksek teknoloji değil, sıradan gibi gelen her türden davranış bilgiyi ve onun koşulu olan eğitimi içeriyor. Otelin önündeki inşaatta çalışan işçilere bakıyorum. Attıkları her adımın nasıl biredinilmiş bilgiyle yüklü olduğunu bana eski mühendis yanım anlatıyor. Trafik polisinin davranışı bundan farklı değil. Lokantada mönünün şehvetine kapılıp ısmarladıklarımızı elinde kalem önce düşünüp sonra, "bu kadar yemek yenmez ayrıca tatlar bakımından da bu seçim yanlış, müsaade ederseniz şunları iptal edeceğim" diyen gencecik, dünya güzeli kızın tepkisi de aynı kökten sürüyor.
Bütün bunlar bilginin enformasyondan farkıyla ilgili. Bilgi artık dünyanın en önemli değeri. Seçkin artık sermayeye değil bilgiye sahip olan demek. Harvard Business Review geleceğin firmalarının yapısal özelliklerini anlatır ve stratejilerini sıralarken "danışman kullanmayı" birinci sırada sayıyor. Kapitalist sermayeyi, bazı insanlar da bilgiyi biriktiriyor. Amerika ikincisi olmadan birincisinin yaratılamayacağını öğrendiği ve uyguladığı gün Amerika olmaya başladı. İhracatında birinci sırayı hâlâ eğitim çekiyor, teknoloji derseniz, işte o da bilgidir diyorum.

Hasan Bülent Kahraman/ Sabah

10 Aralık 2011 Cumartesi

TARAF'TAN DİKKATE DEĞER ALINTILAR

Psikopos Josip Juraj Strossmayer, Alman etnik kökene sahip Hırvatistan'da yaşamış bir psikopos. Bir din ve siyaset adamı. 1800 lerde, uzun süre siyasi liderlik yaparak ülke yönetiminde yeni politikalar hayata geçirmeye çalışmış biri. Türkleri, Doğu Avrupa'ya taşıdığı bazı karakteristik özellikleri ile analiz ediyor.

 Taraf yazarı Roni Margules bugün Strossmayer'in Türklere dair bir analizini alıntılıyor.
Batı'yı değiştiklerine inandırmak isteyen Osmanlı portresini bugün ile karşılaştırmış Margules. Ama ben bu tespitlerin bu kadar önemli bir sonuç için kullanılmasından ziyade, bizzat kendisini önemsiyorum. Irkçı bir genelleme gibi gelebilir ama samimiyetle katılmak da mümkün.

 Strossmayer şöyle diyor:

Turklerin tarihi üç korkunc kelime ile yazılmıştır:

Aptalca bir kibir ve tembellik, arsız ve çok zaman gayri tabii bir şehvet ve nihayet bunlara eşlik eden korkunç bir zulüm ve istibdat.

Temiz bir yonetim sistemi için gerekli çalışkanlık ve dürüstlüğün zerresinden bile mahrumlar.

Herhangi birşey yaratmaktan tamamen aciz olan Türk ırkı, sadece yıkma yeteneğine sahiptir.

Etrafınıza bir bakın, karar sizin.

-------------

Ümit Kıvanç ise Taraf'taki köşesinde şike tartışmalarına göndermede bulunurken şöyle bir Türkiye tanımı yapıyor:

Türkiye, deprem yardım kolisinin içine, taş, sopa, kirli don koyup gönderen kimseye hiçbirşeyin olmadığı, (burada müdahil olacağım Kıvanç'a; halkı kin ve düşmanlığa tahrik diye bir suç ile insanların tutuklandığı bir ülke) bunu öğrenen kamu vicdanının çıtının çıkmadığı bir ülkedir.
 Bu hal ve şart altında dahi, sayın ve muhterem milletvekilleri, şikecileri kurtarma operasyonunuz yadırganıyor, daha da siz düşünün artık.

Kıvanç nazik bir dille kamu vicadnını hatırlatıyor. Ancak şikecilerin ağır cezalar alması da kamu vicdanını rahatsız edecekti. Burada bir soru(n) var. Asıl sorun bu. Hangi kamu?

 Nezaman birimiz hepimiz, birimizin hakkı/hakları hepimizin hakkı olarak algılanacak?

-----------------------
Birde sonuna geldiğimiz haftanın önemli olayı Eymür'ün ifadeleri. Aslında yeni şeylere girmeye gerek yok.Orhan Miroğlu, Taraf'taki yüzleşme adlı köşesine, konuya Haluk Kırcı'nın ifadelerini aktararak giriyor. Mehmet Ağar'a dikkat çeken ifadelere yer veriyor özellikle. Musa Anter cinayetine dair Eymür'ün aydınlatabileceklerinin, bugün için önemini vurguluyor. Çatlı mevzuuna da girmiş elbette. Yasadışı şiddet yöntemlerini kullananalardan hesabı görülür olanlar ve görülemez olanlar şeklinde bir ayrım olmamalı. Faili meçhule göz yumanlar, üst düzey yöneticiler de dahil, ceza alamayacaksa, ne anlamı var?

6 Aralık 2011 Salı

ABANT PLATFORMU, ARAP GAZETECİLER VE ÖZELEŞTİRİ...

Zirve Üniversitesi ile Abant Platformu'nun, Dış politika gündemli olarak Gaziantep'te düzenlediği toplantıya çok sayıda yabancı gazeteci katılmış. Özellikle de Arap gazeteciler.

 Zaman Gazetesi yazarı Bülent Korucu'nun bugünkü yazısı önemli bir tespit içeriyor. Ki Zaman grubu içinden özeleştiri az çıkar. Eleştiriye uğramaları vicdanları rahatsız eden, hatasız oldukları konularda da linç ile karşılaştıkları için belki de. Bilemiyorum.

Velhasıl Zaman Gazetesi yazarı Bülent Korucu ise hem bazı gazetecilere dolaylı olarak da Türk Dış politikasına dair bir özeleştiride bulunmuş katıldığı toplantıda edindiği izlenimlerden yola çıkarak. ''İhtisas alanım dış politika değil'' diyen bu gazeteci arkadaşımızın tespiti yazısının sonunda saklı. ''İğneyi kendimize batıralım'' derken Türk dış politika çevrelerini ve meslaktaşlarına sesleniyor diye düşündüm. Araplar'ın Türkiye rahatsızlığına değiniyor taze taze yaptığı gözlemler üzerinden. Önemsediğim için paylaşıyorum:

YALANCI BAHAR KORKUSU
Arap Baharı son zamanlarda en sık duyduğumuz kavramlardan. Hafta sonu bu kavramın bütün boyut ve taraflarıyla konuşulduğu bir toplantı yapıldı. Abant Platformu'nun Zirve Üniversitesi'yle birlikte Gaziantep'te düzenlediği toplantıya hemen bütün ülkelerden yazar ve akademisyenler katıldı.
Toplantı, ihtisas alanı dış politika olmayan benim için ilginç ve öğreticiydi. Türk medyasında genelde temenni, hayal veya korkuları okuyoruz. Ama gerçeklik nispetini test etme şansı bulamıyorduk. Abant Platformu'nda temenni ve korkuların sadece Arap aydınları içinde değil, İsrail, ABD veya Rus aydınlar arasında nasıl algılanıp yorumlandığını bir nebze görebildik.
'Arap Baharı' nitelemesinden neredeyse bütün tarafların hoşnutsuzluğu dikkat çekti. Araplar, bahar kelimesinin yaptıkları işi tasvir ve tarif etmekte yetersiz kaldığını düşünüyor. Devrim gibi daha itibarlı isimlendirmeleri hak ettiklerini düşünüyorlar. Dile getirmedikleri bir hissimi de paylaşayım; biraz da yalancı bahar olmasından korkuyorlar. Aldatıcı güneşe kanıp çiçek açanların başına gelenlerden endişe ediyorlar. Bahar denince Sovyet işgali ve demir yumruğu ile hatıralarda yer eden Prag'ı anıp karamsar olmak mümkün. Daha yakın zamanda 'turuncu devrim'lerin sebep olduğu inkisar-ı hayali de unutmayalım. Devir değişti, dünya eski dünya değil denebilir. Yine de yalancı bahar tedirginliğini yabana atmamak lazım.
Açıkçası dile getirilmeyen ve belki şuuraltında ötelenmeye çabalanan korku bende de var. Bizim nefesimizle hohlaya hohlaya 60 yılda eritmeye çalıştığımız buzdağını onlar, yaktıkları ateşle bir anda eritmek istiyor. 'Başarabilirler mi, buzdağı kendinden biraz feragat ederek ateşi söndürebilir mi, ya da ortaya çıkan sel umulmadık limanlara sürükler mi?' gibi ciddi sorular cevap bekliyor. O ülkelerdeki askerî vesayet ve elindeki rantı bırakmak istemeyen bürokratik oligarşi, en az bizdeki kadar güçlü. Araplar, modern firavunlarını yıktıkları iddiasındalar. Fakat hepimiz biliyoruz ki firavunun yakın çevresi ondan daha tehlikeli olabilir. Firavunu ilahlığa ikna eden ve bunu halka dayatarak aslında kendi iktidarlarını kuran o yakın çevre, yani bürokratik oligarşi henüz dipdiri ve ayakta. Hatta Arap katılımcıların itiraf ettiği üzere geçiş dönemini eski elitler yürütüyor. Bizim bürokratik oligarşi diye tanımladığımız eski elitler ve onların uluslararası bağlantıları, yeni dönemi lehine çevirmek için boş durmayacak. Geçen yıl Kaddafi'ye Paris'in göbeğinde çadır kurduran Fransa'nın muhaliflerle birlikte savaşması kara kaş kara göz hatırına olabilir mi? Sokaklardaki gençler ve kürsülerdeki aydınlar çelişkili duygular yaşıyor. Uluslararası camianın devrimlerine psikolojik destek ve ihtiyaç duyulduğunda fiili müdahale ile yardım etmesini istiyor. Aynı anda tamamen bağımsız oldukları ve öyle kalacaklarını ileri sürüyorlar. Tam burada Batı'nın bahar endişesi başlıyor. Nasıl Arap sokakları yalancısından korkuyorsa Batılı aktörler de gerçek bahardan kaygılanıyor. En sıcak ve öncelikli mesele olan siyasi dönüşümler konuşuluyor. Ancak yeni siyasi yapı ve oyuncuların aynı zamanda ekonomik ve sosyal dönüşümün itici gücü olacağı gerçeğini kimse göz ardı etmiyor. Siyasi dönüşümün küresel oyunculara ekonomik maliyeti küçümsenecek mesele değil. Bugüne kadar her çeşit rejimle samimi ilişkiler kurmaları, bundan sonra da kendi çıkarlarını önceleyeceklerinin işareti.
Abant Toplantısı'nda dikkatimi bazı katılımcılardaki Osmanlı kompleksi çekti. "Türkiye bizim için model değil, yeniden Osmanlı eyaleti olmayacağız" cümlelerinin altını özenle çizdiler. Umarım aynı delikten yeniden ısırılmazlar. Osmanlı'dan kurtulduk derken en acımasız sömürgecilerin eline düşmüşlerdi. Türkiye'ye eyvallah etmiyoruz psikolojisi inşallah yeni maceralara sürüklemez. Burada iğneyi kendimize batıralım; bazılarımız söz konusu havanın oluşmasına fazlasıyla katkı yapıyor. Ne yazık ki Orta Asya'daki hatalarımızı tekrarlıyoruz.

Bülent Korucu-ZAMAN

HÜRRİYET'TEN RAHMİ TURAN'IN İSKİLİP'Lİ ATIF YAZISINA CEVAP

Yeni Şafak gazetesinden Abdullah Muradoğlu, Hürriyet'ten Rahmi Turan'ın, yazısında, Atıf Hoca sanki Yunan uçaklarının İstanbul hükümeti işbirliği ile, Mustafa Kemal aleyhine halka bildiri atılmasına, Kürt teali Cemiyeti adına destek verdiği çarpıtmasına tepki gösteriyor.Ve tarihi gerçekleri hatırlatıyor. Bu çarpıtma belki kasıtlı değildi ama okurların yanlış bilgilenmesi ve bazı kişiler hakkında yanlış zanları, toplumsal kutuplaşmayı derinleştiriyor. Çoğunluk bilmiyor, duyduğundan veya zannettiğinden emin oluyor. Bu nedenle Muradoğlu'nun yazısı okunmalı diyor ve sözü onun yazısına bırakıyorum.


ATIF HOCA'YI NEDEN ASTILAR?

"Hürriyet" yazarı Rahmi Turan, 1926'da idam edilen İskilipli Atıf Hoca'ya değindiği yazısında resmin bütününü göstermek yerine sadece bir parçasını tercih etmiş.
"Teal-i-İslâm Cemiyeti" adına bastırılan bir bildirinin Yunan uçakları tarafından Anadolu'ya atıldığını, bildiride Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının padişaha başkaldıran asiler olarak nitelendiğini belirtmiş.
"İstiklal Mahkemesi" zabıtlarına göre Atıf Hocanın "vatana ihanet" suçundan idam edildiğini dile getirmiş.
"Geçmişte uğraşmak yerine önümüze bakalım" türünden yaklaşımı bir parça anlayışla karşılamak mümkün ama olaylar çarpıtılarak aktarıldığında vicdanlar da buna razı gelmiyor.
Sözkonusu bildiri 1920'de yazılmıştı.
Rahmi Bey'in yazısından Atıf Hoca'nın bu bildiri yüzünden arandığı ve 5 yıl sonra yakalandığı gibi bir anlam çıkıyor.
İşin gerçeği şudur..
1925'de "Şapka Kanunu" çıkarılmış, bu kanuna yurdun bazı bölgelerinde tepkiler gösterilmişti.
Bu tepkilerle Atıf Hoca'nın Şapka Kanunu'ndan 1,5 yıl önce neşrettiği "Frenk Mukallitliği ve Şapka" risalesi arasında bağ kurulmuştu.
Atıf Hoca, risaleyi neşreden matbaacı, bu risaleyi dağıtanlar, yanı sıra Şapka Kanunu aleyhinde bulunmakla suçlanan birkaç hocaefendi "İstiklal Mahkemesi"ne çıkarılmışlardı.
***
Mahkemede sanıkların aleyhindeki havayı köpürtmek için 5 yıl önceki bu bildiri de gündeme getirilmişti.
Aslında bu bildiride Atıf Hoca'nın bir dahli de yoktu.
Tahir'ul-Mevlevi "İstiklal Mahkemeleri" isimli hatıratında işin gerçeğini tafsilatıyla anlatır.
Buna göre Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin İstanbul Hükümeti'nin baskısıyla vücuda getirdiği bir bildiriydi bu.
Üstelik Cemiyet adına hazırlanan bu bildiri Cemiyetin İdare Heyetinin bilgisi dışındaydı.
Mustafa Sabri Efendi, Atıf Hocadan bildirinin cemiyetin mührü ile mühürlenmesini istemişti.
Atıf Hoca da İdare Heyetine danışmadan böyle bir şeyi yapamayacağı cevabını vermişti.
Cemiyetin İdare Heyetinden Tahir'ul-Mevlevi ile birlikte Mustafa Sabri Efendi'nin yanına çıkan Atıf Hoca, "Biz buna razı olmayacağız. Çünkü Teal-i İslam siyasi değil ilmi ve dini bir cemiyettir. Biz hükümetin işine karışmayacağımız gibi hükümet de bizi karıştırmasın" demişlerdi.
Konu Cemiyetin toplantısında da gündeme gelmişti. .
Hükümet taraftarları itirazlara rağmen bildirinin Anadolu'ya gönderileceğini söylediklerinde Atıf hoca ve arkadaşlarından "gazetelerde tekzip ederiz" cevabı almışlardı.
Bu sözlere Hükümet taraftarları "Edemezsinin, Matbuat Müdürlüğüne emir verilmiştir" diyerek karşılık vermişlerdi.
Atıf Hoca ve arkadaşları bunun üzerine toplantı çıkışında itirazlarını şifahen ilan edeceklerini söylemişlerdi.
Sonunda beş üye "kabul", beş üye de "hayır" cevabı vermişti.
Reis Atıf Hoca'nın da "hayır" oyu vermesiyle birlikte bu bildirinin yok hükmünde sayılmasına ekseriyetin görüşü ile karar verilmişti.
***
Aradan 5 yıl kadar geçtikten sonra Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından tutuklanan Atıf Hoca, mahkemede Cemiyetin Anadolu'ya hiçbir vakit beyanname (bildiri) göndermemiş olduğuna dair "Vakit" gazetesi ile yapılan ilanı da göstermişti.
Savcı, Atıf Hoca hakkında 10 yıl hapis cezası istemişti ama mahkeme heyeti idam cezasına hükmetti.
İstiklal Mahkemesi kararlarının temyizi yoktu.
Prof. Ergun Aybars'ın dediği gibi Cumhuriyet sonrasındaki İstiklal Mahkemeleri devrimlerin gerçekleşmesi amacıyla kurulmuştu.
Şapka Kanununa itirazların önünü kesmek için Atıf Hoca kurban edilmişti.
Durum budur.
Abdullah Muradoğlu-Yenişafak