17 Mayıs 2015 Pazar

Basın özgürlüğü ve yoksulluk...


İki soru var konumuza başlarken.
Yoksullar için "tembeller ve sosyal yardımları hak etmiyorlar" demek, onları sülük ve sünger olarak nitelemek, sorumlu bir yayıncılık mı?
Buna karşın iktidarların sorumlu yayıncılık daveti, sansür çağrısı mıdır?
****
Basın özgürlüğü ve basını eleştirmek arasındaki fark ne kadar ince? 
Basın, basın özgürlüğü diyerek kendini eleştirilemez bir noktada mı konumlandırmak istiyor? Diğer yandan güç sahibi iktidarların, basın eleştirisi, sansüre davetiye çıkarır mı? Peki ya iktidarların cevap hakkı? 
İktidarlar sosyal duyarlılık gerektiren konularda, basını, toplumun belirli kesimlerine yönelik hassasiyete davet hakkınada mı sahip değil? 
****
Ne basın, basın özgürlüğü diye istediği gibi sorumsuz yayın yapma hakkına sahip...  Ne de muktedirler basını, salt hoşlanmadıkları veya iktidarlarını sarsabilecek gerçekleri gösterdikleri için sansürlemeye kalkabilir.
Bu tartışmanın son örneği Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama ile FOX arasında yaşandı.
****
FOX, sosyalist politikaların, yoksulların çalışma etiğine sahip olmasına etkisini sorgular yaklaşımda bir yayına imza attı. Çalışandan alınan vergi ile çalışamayan yoksula yardım yapılıyor olması tartışılıyor. 
Obama, yoksulluk politikalarına dair alaycı yayının ardından Georgetown'da yaptığı konuşmada, FOX'u sorumlu yayıncılığa davet etti. 
Obama, yoksulu "sülük" olarak sunan yayına dair "We have to change this kind of reporting" ifadesini kullandı.
"Bu çeşit yayıncılığı değiştirmeliyiz..."
Obama'nın "biz" diyerek, iktidarca buna son verecek bir uygulamayı kast ettiği okumasında bulunanlar oldu. 
Ancak Obama cephesini destekleyenler, Başkanın sözlerinin "toplumsal refleks" manasında hep birlikte bunu yapmamalıyız' demekten ibaret olduğunu düşünüyor.
****
Obama'nın yoksullukla ilgili veya işsizlikle ilgili sosyalist politikaları, beklenen sonuçları vermediyse Muhafazakarlar, elbette tepki gösterecektir. Bu özgürlüğü tartışmayız elbette. Sosyal olarak yoksula sunulanlara tepki gösterirken hakaretamiz ifadelere yönelik duyarlılık çağrısına sansür demek ise ayrı bir konu.
****
"Devlet sansürü sizi gerçeklerden koruyor" diyorlar. Doğru. Bu genelde böyle olur.
Ancak yayın etiğine göre, sizin de sadece bir kesimin gerçeklerine odaklanan bir çizgide olmamanız gerekir.
Bir duruşa sahip olmak, tavır gazeteciliği yapmak elbette anlaşılır. Ancak bunu iktidara karşı yaparken, örneğin toplumun bir kesimine de karşı çıkıyor olmanız veya aşağılamanız an meselesi. Konu, yoksulun yasal olarak aldığı yardımı hak etmediğini söylemeden konuşulabilir. Yasal haklarını kullandıkları için kendilerini kötü hissedecekleri ifadelerde bulunmadan da tartışılabilir. Çünkü "denge" gazetecilikte son derece önemli bir olgudur.
****
Obama'nın 'bunu değiştirmeliyiz" cümlesi, kendisinin ABD başkanı değil bir imparator ve kral gibi davranmakla suçlanmasına kadar uzadı.
Sansür çağrısı yaptığının altı çizildi. 
Bu çağrıyı ana akım medyanın böyle yorumlamaması dahi, baskıya yoruldu. 
Ana akım medya, o cümleyi muhafazakarlar gibi algılamıyorsa, onların editöryel yaklaşımını bu şekilde damgalamak da demokrat bir tutum değil. 
Bazı yayın kurumları, konuyu öyle görmeyerek, tepki haberciliği için kayda değer bulmamış olabilirler. 
"Basın bir arada dursun" çağrısı yapanlar, bu sözü öyle yormama özgürlüğünü kullanan yayıncıların seçim özgürlüğünü hiçe sayıyor. Ortada aleni bir sansür çağrısı olsa Amenna. Elbette kime karşı olursa olsun bir arada dursunlar...
Diğer yayıncıların editörlerinin FOX'u savunmamasına tepki var. Onlar, bakış açısının farklı olduğu bir konuda, kendileri ne kadar özgürlükçü bir sorgulamalı...
Öte yandan Obama'nın bu tavrını, FOx'tan agresif bir cevap almak için bilinçli yaptığına yoranlar da var.
****
Bu çizgiler arasındaki ayrımı tartışabilmek için demokratik geleneğe sahip olmak gerekiyor. 
FOX insanlarının, fakirlik vurgulu sözler konusunda sicilleri ise kabarık. Daha önce "keşke fakir olsak" diyerek, aylık 133 Dolarlık gıda yardım kuponları ile çok iyi yaşanabilecekmiş gibi konuşan isimler de olmuştu. Oysa bu kuponlar genellikle yaşlı, çocuk ve kısa süreli olarak iş aramakta olan işsizlere sunuluyor. Ayrıca sadece çalışmayan "tembele" değil, dar gelirliye de destekler mevcut.
Bir başka isim, fakirlerin fakirliklerinin nedeninin, kendi davranışları olduğunu iddia etmişti. Oysa globalleşen dünyada, iyi bir eğitim almak için, para kazanmanız için de paranız olması gerekiyor. Bunları yapamamanızın nedeni tembellikten çok, çalışmak zorunda olmanız değil mi çoğu zaman? "Parası çalışan" insanların aksine sizin şahsınızın çalışması gerekmedi mi?
****
Daha enteresanı bu yardım programları Regan döneminden tutun pek çok muhafazakar yönetim döneminde de mevcuttu. Yani çoğu eski uygulama. Parti değil, devlet desteği. Siyaset işte... Yoksulun oyu sana gelecekse uygulama güzel görünüyor belki... Başkasına gidecekse kötü. Tüm bunların yanında, çalışanların, didinip emek verenlerin faturalarını zor ödeyecek durumda olmaya tepki göstermesi de en tabi bir gerçek.


5 Mayıs 2015 Salı

Türk Ermeniler acıtıyor...


Los Angeles havalimanındayız. Yanımda 4 yaşındaki kızım Duru var. Çek-in sonrası güvenlik sırası.
Yani yakın saatlerde uçuşu olan farklı havayolu yolcuları bir sırada. 
Önümüzde Amerikan pasaportlu genç bir bayan var...
Nereli olduğumuzu soruyor. Cevaplıyorum.
Kızım Duru için aksanlı bir şekilde "çojuk" diyor... Bizim dilden bildiği bir kelimeyi göstermek istiyor. 
Bize sokulmak istiyor.
Anlıyorumki yine o beni ezen hissi yaşamak üzereyim.
Artık sormak da duymak da istemiyorum...
****
Türkiye ile bağlı olup, köksüz olmanın, kökünü bulmanın ve kökünden koparılmış olmanın bir arada yaşattığı hisle, bana Türkçe bildiğini belli eden bir Türk Ermenisi daha görmeye dayanamayacağım artık.
"Benim annanem Türk ben burada doğdum" vs diyen bir Türk kökenli Amerikalı gördüğümde o eziklik olmuyor... Ne o kişi de ne bende.
Bir kişiye daha sormayacağım...
Nerden biliyorsun "çojuk" kelimesini demiyeceğim...
Ben artık onları görünce hissediyorum, tanıyorum... 
Suriye'den, Irak'tan geçip gelmiş ve o Amerikan pasaportunu taşıyan nesil olana kadar çile çekmiş... Oralardaki koşullarda hayatını sürdüremeyip çeşitli yerlerde dolaşıp en sonunda Amerika'ya gelen Ermeniler....
****
Beni Ermenistan'ın ne kadar yoksul olduğu da, bu yoksulluk nedeniyle Amerika'ya göç eden nüfusunun oranı da ilgilendirmiyor.
Onlar, Türkiye'den göç edenler gibi, normal koşullar ile bir seçim yapmışlar. Benim ile bir ilgisi yok.
Benle ilgisi olanlar farklı....
****
"Annem de babam da akıcı Türkçe konuşurlar 'ama' ben Ermeniyim" diyen ve kızıma "çojuk" diye seslenen genç kadın... 
Ailesi Halep'e kaçıp ordan Amerika'ya yerleşmiş o kadın... 
Elindeki ABD pasaportunun, aidiyet hissini tatmin etmediğini gördüğüm, o içsel kök karmaşasını hissettiğim kadın... 
Türkiye'nin neresinden olduğumu merakla soran o kadın... 
Belki dedelerinin büyükannelerinin kovulduğu Harput civarlarındanımdır diye merakla soran o kadın... 
Harput, Halep, Los Angeles serüveni ile bugün bana yaklaşan o kadın...
****
Los Angeles'a kızımla vardığımda havaalanı yakınındaki araç kiralama istasyonlarından birindeki büfeciğin sahibi adam... Bana "bunca yıldır işçi olarak çalıştım şimdi kendim için çalışıyorum" diyerek kızım Duru'ya beğendiği ve bırakmak istemediği çocuk çantasını hediye eden adam....
****
Super Cut kuaför zincirinin birinde, Duru'nun saçını keserken nereli olduğunu sorduğum bir diğer kadın... "Komşunuz Irak'tanım" derken ...isyan ekli soyadını görüp "Ermeni misiniz" diye sorduğumda "önce Suriye sonra Irak" cevabından mevzuyu çözdüğüm o kadın...
****
Yüzünün etnik hatları bizim oralardan, hafif bir Doğu rüzgarını hissettiriyor. Tüm bu insanları dünyanın her yerinde görmüş olmanın verdiği ağırlıkla bir tane daha taşıyamayacak yerdeyim artık. Gözlerim doluyor. Üzgün olduğumu söylüyorum. 
Ne diyor anlamıyorum. Duyamıyorum. "Olan oldu önemli değil" demeye getirdiğini hissediyorum.
***
Biz kendi uçağımıza biniyoruz. Türkiye'deki Ermeni yazar çizeri düşünüyorum. Aile hikayelerini merak ediyorum o an.
Hırant Dink'i hatırlıyorum. Üstünü örten işbirliğini hatırlıyorum.
Fethiye Çetin'i hatırlıyorum.
Nedim Şener'i hatırlıyorum...
****
Bu insanlara vatandaşlık verilse mesela? Ve bu topraklardaki köklerine ilişkin haklarını, riyasızca sunabilsek... Diye geçiyor aklımdan.

****
Bu düşüncelerle Türkiye'deki evimize vardığımda anneme anlatıyorum yine... "Onlar da öldürdüler" diyor... "Hepsi değil ki" diye ekliyerek. "Bütün Türkler de bunu yapmış değil ki" diyor... Annemin vicdanı da buna sığınıyor.
İstediğiniz kadar Ermeni çetelerin katliamını anlatın, ben rahat edemiyorum. Ruslar ile olan işbirliğine atıflar doğru ve üzücü de olsa eksik kalıyor. 
Bu hikayeleri bilmeden olmaz. Ben bir orta yolu içten diliyorum. İster uluslararası hukuk tanımı içinde soykırım demeden olsun ister kendi tarihi gerçeğe uygun tezimizi de çiğnemeden olsun ama bir şekilde birşey olsun istiyorum. 
24 Nisan'da Los Angeles'ta 100. Yıl anmalarında gördüğün gençlerden birinin tişörtünü hatırlıyorum. " Armenian studenst remember and demand" yazıyordu. Hatırlıyor ve talep ediyorlar... 
Ermenilere yapılandan utandığını anlatan Türk dedeler de tanıyorum. Bu nesillerin üzerinde bu ağırlık kalmamalı. 

Sent from my iPad

20 Nisan 2015 Pazartesi

TPP'ye Amerikan protestosu


Sizlere geçtiğimiz aylarda TPP (Trans Pasifik Partnership) olarak kısaltılan ve 12 ülkeyi kapsayan transatlantik anlaşmasına dair Berlin'deki protestoyu yazmıştım. Berlin'de, küçük esnafı ve çiftçiyi baltalayacağı ve ABD'den hormonlu tarım ve hayvancılık ürünlerinin ithalini de beraberinde getireceği gerekçeleriyle büyük bir protesto vardı. 
Büyük üreticilerin politika yapıcıları satın aldığı haykırılmıştı . Politikacıların, "büyüklerin" değil halkların çıkarını korumaları gerektiği de... En azından sağlığa zararlı olduklarına inandıkları ürünlerin pazara girmesine izin verilince, yasa mecburiyetiyle de olsa doğru şekilde üretim yapan Avrupalı çiftçinin, fiyat rekabetine dayanamayacağı aktarılmıştı.
TPP aşama aşama ilerlemekte.
Avrupa'nın gerekçelerinin yanında ABD'de de TPP'ye karşı çıkanlar var. Buradaki gerekçe daha ziyade ekonomik. 
İşçi liderleri TPP'nin ABD'de işsizlik rakamlarını arttıracağına inanıyorlar. 1994'de hayata geçen NAFTA ve 2000'de Çin ile imzalanan Permanent Normal Trade Anlaşması'nın ardından 60.000 fabrikanın kapandığı ve en ünlü markaların dahi üretimlerini Çin'de yaptırdığı biliniyor. Bunun 4.7 milyon iş kaybına eşit olduğu vurgulanıyor. 

İşçi liderleri zorda olsa kendilerine destek veren politikacılar da bulabiliyor. Senator Bernie Sanders bunlardan biri. İşçi birliklerinn protestosunda konuşan Sanders, Vietnam'da işçi saat ücretinin 56 cent e kadar düştüğünü aktardı. Bernie, bu tür ticari anlaşmaların, sadece büyük şirketlerin CEO'larının değil çalışan işçilerin de yararına olması gerektiğine dikkat çekiyor. 
Yani giydiğimiz tişört vs mobilya için, örneğin Vietnam'da on saat çalışan bir işçi 5,6$ kazanacak. Bu şekilde beş gün çalışsa haftada 28$ ayda ise 112$ yapmış olacak... Firmanın maliyeti düşecek ve işi dışarıya yaptıran ülkede de işsizlik artacak. ABD'de eyaletlere göre değişmekle birlikte asgari ücret her saat için 9,5$. Aynı hesapla haftada 5 gün çalışılsa haftada 475$, ayda 1900$ etmekte. Bu şekilde çalışan birinin yaşadığı evde aile bireylerinin başka geliri yoksa ve bakmakla yükümlü olduğu tek bir kişi dahi mevcutsa alacağı sosyal yardım da ayrı konu. 
Düşük ücret politikalarına sahip ülkelere yapılan yatırım giderek artmakta. Çin ekonomik olarak büyüsede, bu ücretle hayat sürdürmeye çalışan Çin'li işçilerin hayatına bakıldığında durum parlak değil. Buna karşın Çin askeri ve ekonomik alanlarda ilerliyor. 
Kongre'nin detayları yavaş yavaş açıklanan TPP ile ilgili ne karar vereceği ilerleyen dönemde görülecek.


Sent from my iPad

Sent from my iPad
d

20 Ocak 2015 Salı

TTIP ve AB-ABD ticaretinde kaygılar


Demokrasilerde protestolar son derece önemli. Barışçıl protestolar elbette. Halkların taleplerinin, siyasiler aracılığıyla, global devlerce dikkate alınma ihtimali ile demokrasi paralel gidiyor.
Avrupa'nın faklı ülkelerinden gelen tarımcılar ve tüketici hakları aktivistleri, TTIP (Transatlantik Trade and Investment Partnership) olarak bilinen Transatlantik Ticaret ve Yatırım ortaklığı projesini, 17 Aralık'ta Berlin'de protesto etti. Avrupa ile Amerika arasında sözkonusu anlaşmalar, genetiği değiştirilmiş tarım ürünleri ile onaylanmayan tarım teknoloji ürünlerinin dolaşımını da kapsıyor. 
'We are Fed Up' mottosu ile 5.si düzenlenen protestoda bu yıl, Amerikan tarım pratiğinden gelen ürünlerin ithalatının artmasına odaklanıldı.
Geneteği değiştirilmiş ürünlerden sonra ise, hayvanlara sık antibiyotik enjekte edilmesi ve kimyasal tedavilerin, Amerikan tarımcılığında sık görüldüğüne inanılıyor.
120 organizasyonun katıldığı protestoya, düzenleyenlere göre 50bin, polise göre ise 25bin kişi katıldı.
Berlin'deki gösteriye, global kaygılara hizmet ettiği belirtilen anlaşmayı protestoda, bazı Avrupalı çiftçiler, traktörleri ile yer aldı.

Organizatör Jochen Fritz, yemek yemenin aslında siyasi bir tercih haline geldiğini aktardı. Ne alacağını düşünürken verdiği her kararı, hayvanların nasıl yerlerde tutulduğu ve kendi bölgelerinde neler yetiştiği yönünden değerlendirdiğini söyleyen Fritz, büyük tarım devlerini değil küçük çiftçileri desteklediğini belirtti.

Protestocular demokrasinin piyasa güdümlü olduğunu vurgulayan pankartlar taşıdılar.

Avrupa ve ABD arasında yıllık ticaret hacmi 1 milyar Euro. TTIP anlaşması 2013 Temmuz'dan beri görüşülmekteydi. Geçen hafta ise düzenlemelerin büyük kısmı kamuoyuna açıklandı. 
Şehirde Uluslararası Yeşil Hafta dolayısı ile  geçtiğimiz hafta sonu tarım fuarı da
başlamıştı. 
Alman Federal Tarım bakanı Christian Schmidt, International Green Week etkinlikleri konuşmasında, protestocuların işaret ettikleri noktaların dikkate alınacağına söz verdi ve kamuoyu tepksini memnuniyetle karşıladığını söyledi.  
Şimdi neden ülkemizde de organik yiyeceklerin, yumurta, süt, tavuk et ve farklı tarım ürünlerinin daha pahalı olduğunu, bir kez daha düşünmek gerekiyor. Bu ürünler elbette daha maliyetli olduğu için. İnsanların bütçesinin, ucuzu seçmelerine mecbur bırakması doğal. Ancak yasal düzenlemeler ile bazı methodlar engellenirse, küçük çiftçinin ve doğal tarımla uğraşanların rekabet ve mücadele gücüne katkı sağlanılmış olur. Bu konudaki teşviklerin önemi de yadsınamaz.

15 Ocak 2015 Perşembe

İfade özgürlüğü ve tehditler...


Vox, Fransız Dergi Charlie Hebdo'da yayınlanan ve müslümanlarca rahatsız edici bulunan karikatürleri yayınladı. 
Milyonlarca müslüman takipçileri olduğu için, aynı Cumhuriyet gazetesi gibi, uzun müzakereler ile, riskleri tartarak yayınlamaya karar vermişler.
Vox, Peygamber Muhammed'e yönelik karikatür yayınlarından dolayı müslümanlardan şiddet içeren tehdit almadıklarını açıkladı. İslam karşıtlığı artmışken bu cesur bir açıklama. 
****
 Zira islamafobiyi de eleştirdikleri için müslüman olmayanlardan çokça tehdit almışlar. Bu tehditleri de açıklayarak ikinci bir risk aldılar. 'Bütün müslümanlara ölüm' diyen maillerden tutun da  çeşitlli küfürlere kadar pekçok mail iletilmiş. 
Şimdi, buradan 'müslümanlar iyi ve şiddetten uzak' genellemesi yapmayacağım. 17 kişinin öldürülmesi gerçeği ortada. İslam'ın şiddete bakışının farklı yorumları ve bireyin, inancı ile nefsi arasında kalarak hareket etme olasılığı gibi, felsefi konuların yeri burası değil.
****
Burdan anladığımız Vox'u takip eden Müslüman toplumu belirli bir entellektüel seviyede. Daha önce İsrail-Filistin meselesine dair olayları veriş biçimlerinde bu müslüman kitleden eleştiriler almaktaydılar. Yani sesini çıkaran bir müslüman okur kitlesine sahipler. Ancak bu kitle işin içine terör girince, bu olayın olgusal bir gerçeği olan karikatürleri verdi diye öfkelenmiyor. Bunu haberin bir parçası ve bilgi edinmek, mevzuyu anlamak için gerekli bir öğe görüyor. 
****
Türkiye'de eksik olan nokta bu. Müslüman Türkler, karikatürleri vermeden kim neden saldırdı anlamanın mümkün olamayacağını da görmek istemiyor. Bu ifadeden, karikatürler saldırıyı hak eder anlamı çıkarmayalım. Ancak bazen sanıldığı gibi de olmuyor. 
Bazı yayıncılar sadece karikatürün içeriği gibi düşündükleri için de yayınlamış olabilir. Veya sadece 'farklı düşüncede olsakta, düşünenlerin düşüncesini ifade etmesini savunuyoruz' demek istemiş olabilirler. Veya terörü makulleştirme adına olmamak kaydı ile 'bu cinayetleri bu karikatürler tetikledi' diye resmi göstermiş olabilirler.
****
Atatürk'ü koruma kanunu ile ilişkili karşılaştırmalar aslında bir yönden isabetli. Dini kutsal karakterler mi yoksa kurucu olarak toplumda saygı kazanmış kişiler mi korunmalı diye yaklaşmamayı başarırsak tabi. Toplumda yeri olan ve dört büyük dinin önderliğini üstlenmiş isimler için birşey düşünülebilir. Herkesin değerleri, kutsal bellediği aynı olmayabilir. Ancak büyük kitlelerce kabul görmüş ve toplumu çatışmaya sevkedebilecek manevi etkiye, özel değere sahip şahıslar korunabilir. Kanunla saygıyı zaruri hale getirmek mümkün olabiliyorsa, toplumun talebine göre birden fazla değer için uygulanabilir.
Bunu konuşmanın ise zamanı şimdi değil. 
****
Çünki şimdi konu ifade özgürlüğü veya peygambere hakaret özgürlüğünden öte, birilerinin kafasına göre terör ile adam öldürmesidir. Yasadışı cezalandırma her an herkese dönebilir. Bu nedenle karikatürleri eleştirmenin zamanı değil. Şu olay olmasaydı, insanlar kutsallarına saygı için böyle bir yasa talep edebilirdi. Bu terör olayı olduğu için şu anda bu karikatürler Türkiye'de de yayınlandı. Normalde terör gündemde yokken bu tarz koruma kanunları talep edilebilirdi. 
****
Karikatür veya dine karşı duran herhangi bir düşünce içeriği ile savaşmak en fazla o görüş sahiplerine 'sandığınız gibi değil' diyebilen, konuşabilen müslümanlar ile olur. Bu karikatürlerin etkisinde kalan insanların iradesine ise hükmedilemez. Bu içten gelen bir seçimdir. Ancak Vox'un aldığı tehditler de gösteriyor ki ifade özgürlüğünün önünde, radikal islamcı terör kadar anti islamcılar da engeldir. Bu karikatürleri niye yayınladınız diyen islamcılar kadar niye hepsini yayınlamadınız diyenler de var. Yayın gruplarının ve tek tek çalışanların bireysel seçimlerine saygı duymayı öğrenemiyoruz. Ya yayın grubu çalışan bireyine özgürlük vermiyor, ya toplum yayın kuruluşunu yargılıyor, ya da çeşitli güçler bireyleri işinden ediyor falan. Bu işin öyle bir iş olmadığını anlamadık gitti.

11 Ocak 2015 Pazar

Türkiye ve mülteciler...


26 yaşındaki Sohrab Barati İstanbul'da yaşayan bir Afgan göçmen. Zeytinburnu'nda oturuyor. Tekstil sektöründe çalışıyor. Muhtemelen asgari ücretle. Belki altında... Boş zamanlarında hastaneler veya emniyet için tercümanlık yapıyor.
Türkiye'de göçmen olarak bulunmanın zorluklarını, buraya ümitli gelenlerin düş kırıklıklarını aktaran bir röportaj vermiş Ali Latifi'ye. 
****
Bazı okurlarım 'yabancı basından örnek vermeyin' dedikçe ben bu konuları buluyorum ısrarla. Röportaj pekçok yabancı yayın organında yer aldı. Ben yine LA Times'dan okudum ...
Konu daha önce Al Jazeera Türkiye'nin web sitesinde de farklı isimler üzerinden ele alınmıştı.
****
Afganlar Türkiye'de bulunurken Batı'dan mülteci statüsü bekliyor. Toplam sayıları 14bin dolayında. Sohrab onlardan sadece biri...
 Bekleyişleri sürerken hayatta kalmak durumundalar. Karınlarını doyurmanın ve günü geçirmenin dışında orta standartta bir yaşama ulaşacaklarına inanmıyorlar Türkiye'de. Durum da o zaten.
Çatışmalardan kaçtıkları anayurtlarından buraya gelen Afganlar gibi bazı Pakistanlılar da var. Barati'ye göre bunların ilk durakları İran oluyor. Şii olanlara İran'da iken Esad'ın yanında yer alarak Suriye'de savaşmaları için yoğun baskı yapılmış. 
Şii olmaları da bunun için gerekçe gösterilmiş ikna turlarında... Kabul etmemeleri halinde sınırdışı edilecekleri belirtilmiş...
Sünnilere ise farklı bölgelerde İslam Devleti'ne katılma baskısı yapıldığını aktarıyor Barati.
Nereden bakılsa vatanı olmayana rahat yok... Herkes sömürmek istiyor.
****
Suriye savaşı çıkana kadar Türkiye'de Afgan göçmenlerin aldığı desteğin iyi olduğunu ancak şimdi durumun zorlaştığını aktarıyor. Suriye olayına kadar Afganlar dünyadaki en büyük sığınmacı gruplar arasındaydı.
Suriyeliler Türkiye'ye akın edince yanlız kalıp unutulduklarını aktarıyor. 
Pekçok parasız sığınmacı parklarda yatarken bu normal...
Barati gelmeyi düşünenlere hiçbirşeyin kolay olmadığını hatırlatmayı görev biliyor. Ülkelerinde hayati tehlikesi olmayanların dönmeleri mümkünse bu yönde karar vermeleri gerektiğinin de altını çiziyor. 
****
Barati'ye, kendilerine  Yunanistan üzerinden Avrupa'ya varma vaadi ile kaçak göçmen bulması ve organize etmesi için para teklif edenler de olmuş. Barati kurtulma umudu ile bir tek kişinin bile hayatını riske atmayı göze alamayacağı için kabul etmemiş.
Onun için hayat, kıyasalama yaparsa eskiye göre daha güvenli ama yanlız bir hayat...
****
 Bu röportajı okuduktan sonra Rusya'nın Türkiye'ye terörle mücadelede işbirliği teklif aklıma geldi birkez daha. Türkiye gerçekten stratejik olarak kritik bir coğrafyada. Çok çeşitli etnik kökenlerden farklı ülke ve örgütlerle ilişkili insan trafiğinin giderek hızlandığı bir ülke konumunda. Bu ülkelerin hepsinde çeşitli çatışmalar nedeniyle, dış destekli bağlantıları oluşmuş gruplar var. Afganistan'da rejimden kaçan var, Çeçenistan zaten  Batı tarafından zamanında Rusya'ya karşı farklı şekilde iletişime geçilmiş bir toplum.
****
Sultanahmet saldırısı failinin Çeçen oluşu, Suriye savaşında Çeçen savaşçıların rolü, Çeçen özgürlük mücadelesinde etkin bir isim olan Medet Önlü'nün öldürülmesi olayı ve Barati'nin tüm anlattıkları neye işaret ediyor diye soruyorum. 
Büyük aktörlerin uluslararası politikalardaki hesapları adına, bölge insanının, şii-sünni ayrılığı üzerinden nasıl kullanılmak istendiğini görüyoruz.
Peki biz kendi içimizde yurttaşlar olarak hertürlü oyun ile birlikte mücadele edecek kadar sağduyulu muyuz? Biz bu anlatılanlardan ders alacak olgunlukta mıyız? Masal ve uzak toplumların hikayesi değil bu yaşananlar. 
Yönetimi sormuyorum. Vatandaşlar olarak uyanık mıyız acaba?




6 Ocak 2015 Salı

Hediye kabul etme ve pozisyon...


Hediye kabul etme ve pozisyon...


Hediye vermeyi sevebilirsiniz. İşimizi kolaylaştıran, bunu yaparken adaletsizliğe yol açmayan, güleryüz gösteren insanlara hediye vermek isteyebiliriz. Bu çikolata da olabilir, bir anahtarlık da olabilir veya farklı birşey de. Bunları alırken ve verirken çekinecek bişey yok.
 Kamuda veya özelde bireylere hediye sunarken ve kabulde sıkıntı nerede başlar?
Yasal olarak belirtilmiş bir üst rakam değeri sınır olmalı.
****
Los Angeles Times'dan bir haber dikkatimi çekti. Su işleri yetkilisine,  bir firmadan kabul ettiği hediyelerin toplam değerinin on katı cezaya hüküm verilmiş.
Eyaletin hediye kabulünde üst limit 250$.
 Belediyeye bağlı iştirak kurumunda üst düzey bir isim olan Arthur Aguilar, belirli periyotta toplamda 3495$ değerinde 31 ayrı hediye aldığı için 30.000$ ödeyecek. Aldığı hediyelerin neredeyse on katı.
2009 Ocak'tan 2012 Ekim'e kadar aldığı hediyelerin değeri 3495$. Haksız zenginleşmeye sebep olacak bir rakam veya gelir sözkonusu değil.
 Ancak politik suçlamalar ile olay bu noktaya gelmiş. Sadece hediyeler konu değil. Aguilar'ın fimanın yönetim kurulu başkanı ve yöneticileri ile yediği yemekler, golf oyunlarına ve kış partilerine katılması da tartışılıyor.
****
Aguilar ise savunmasında kendisinin, hediyelere nasıl yaklaşması gerektiği konusunda yasal düzenlemeye ilişkin yanıltıldığını ifade ediyor. 
Bazı hediyeleri bildirmediğini kabul eden yetkili, hiçbir şekilde firma ile ilgili kararlarda, karar mercilerine baskı veya yönlendirme yapmamış. 
Sözkonusu mühendislik firmasının 6 milyon dolarlık kontratı var. 
Alınan hediyede rakam ne olursa olsun düzenlemenin üstünde yer aldığında firmadan çıkar sağlandığı kabul görüyor. 
Fimalara dair ihaleyi bir kurul belirlediği halde bu ilişki tartışılıyor. 
Belediyelerde ve diğer kurumlarda bu tarz durumları değerlendiren komisyonlar var.
****
Açık bir toplum olmak böyle birşey heralde. Hediyeye yaklaşım buyken el altından olanlara ne denilebilir? 
Özellikle kamu ihalelerinde, diğer teklif sahipleri de el altından verilebilecek birşeyleri maddi olarak sunma gücüne sahiptir. Ancak bu ilke meselesidir. Fırsat eşitliğine bakıştır. Bir işini yapacak kişiye veya kurum temsilcisine, belirli rakam üstü hediye vermek veya yetkilinin ima ederek kendi adına, tamamen bireysel 'şuna ihtiyacım var' demesi ahlaklı mı? Ne zaman ahlaklı olur? Belki o paraya rağmen adil davranabilecekse. Parayı veya hediyeyi veren de bunu verdiği halde işin adil yürüyeceğini biliyorsa falan. Yani ütopik.
Karşılıklı ilişkilerin getirdiği makul durumları kast etmiyorum. 
****
Amerika'da 250$ ı aşan hediyenin bu töhmeti getireceği öngörülmüşken varın diğer halleri hesaplayamayan zihniyeti siz düşünün. Pozisyon kullanma konusunu iyi düşünmek lazım. 
Konusu gelmişken yazalım. Herhangi bir birey, liyakatıyla hak ettiği yere geldiğinde bir bakan veya vekilin akrabası diye kazanılmış hakkından edilmemeli. Makam sahipleri genel olarak çıkar sağlamadıkları yönünde kanı oluşturmayı başardığında,  kimse birinin yakını diye fırsat eşitsizliği ile ve linçle karşı karşıya kalmaz.