24 Aralık 2012 Pazartesi

ULUDERE TELAFİSİ, SON ŞANS VE MEDYA



             Akşam Gazetesi manşetine bakıyorum. “Uludere Devlet ile Barıştı” diyor. Bu kanaate varmak için  bazı olguları  veriyor haberin içindeki bilgiler. Ama o olgulara rağmen bu tespit, yüreği yananların iyileşme sürecinin; siyasi bir duruş adına, kurban edilip malzeme olması gibi duruyor.
İşe tabii ki yatıştırıcı açıdan bakılabilir, hep öfkeleri canlı tutmak gerekmez. Ama kafamızda bazı sorular varken bu bakış açısının rağbet görmesi beklenmesin.
Aslında hükümetin, olaydan sonra siyasi mevzi kaybını önlemek adına; Zeynep Tanbay’ın ifadesi ile ‘bir takım acayiplikler’ yapmasını siyasetin doğasına verebiliriz.  (Kürtaj benzetmesi falan...)
 Oysa taa başından,  -hiçbir spekülasyona yer vermeyecek şekilde-  bir cinayet davasına bakar gibi, işin  üzerine gidilebilmeliydi.
Komisyon, raporu açıklamak için gereken son toplantıyı gerçekleştirmeyerek; sürekli tarihi ertlemekle suçlanıyor.
Öte yandan basına intikal eden  sözümona “Rapor” ve buna ilişkin haberlerin kaynakları nedir? Şimdilik bilemiyoruz.
            Olayın karanlık tarafının hükümeti paniğe düşürme ihtimali, bir taraftan yürütülen terörle mücadele ile, öte yandan ‘hala bitti diyemem’ denilen “derin devlet” ögelerinin karşısında;  öncelikle bu “acıyı” bastırmayı; en rasyonel yol görmüş olabilirler.
            Devlet dediğimiz şey; suçlusu ve teröristinin dahi “devlet bana oyun oynamaz” diyebildiği şeydir. Kendi koyduğu kurala uyan organizasyonun adıdır devlet. Aslında terörle mücadelede de aksayan yerimiz burası. Suçun büyüklüğü failin affedilmesine sebep olmamalı. Küçükler cezalandırılır, büyükler cezalandırılmaz algısı en büyük kayıptır. Asıl infiali bu yaratıyor şu an. İnfial yaratmayalım derken infial yaratılıyor. Bu açıdan “Uludere” olayı, -emir komutadan nereye varılırsa varılsın, kim ve ne kaybedilirse edilsin- sonuçlandırılmalıydı. Aksi halde devlet açısından kaybedilen güven duygusu, korunandan daha önemli ve daha değerlidir.
Bir kısım medya için ise; olmaması gerektiği halde, aslında yine doğal olarak; bunları böylece geçiştirmek kanıksandı. Hükümetin kırmzı çizgilerine riayet, arka plandaki çaresizliğin samimiyetine inanıp hükümetin tarafında durma politikası...
            Olabilir mi? Duruş duruştur, yeterki herkes kendini özgürce ifade etsin diyoruz ya... ‘Nerede sorumlular’ ve ‘Neden cezalandırılamıyorlar’ sorularını sormama;
 ‘Neden halk ile paylaşılamaz cevaplar’ üstü kapalı dahi anlatmak istememe; duruşları anlaşılabilir mi, bir yayın organı için  acaba?
Psikososyal Travma Uzmanı Prof.Dr Yüksel Zeynep, Milliyet’ten Zeynep Miraç’a verdiği bugünkü röportajda, ‘Devlet büyüklerimiz bir hata yaparsa fazla konuşmayalım susalım,kol kırılır yen içinde kalır’ psikolojisi ile açıklıyor bu durumu. ‘Ölümler ucuza kapatılamaz’ diye ekliyor.
Uludere’de de kutuplaşmış durumdayız. Bir tarafta PKK baskısı gerçeğini görmek istemeyen ve devletin affedilmez hatasını ve ardından gelen tutumundan içten içe memnun olduklarını sezdiklerim var...
Diğer tarafta da ‘ortalık güllük gülistanlık. Uludere ucuza kapatılmadı, yakınlara 3.400.00 Lira ayrıldı, ilçede toplamda 12 milyon Liralık 36 proje hayata geçirildi, 30 kişi korucu oldu, 60 kişi devlet dairelerinde işe alındı’ diyenler.
Akşam Gazetesi de; olayın acısını yaşayanların, acılarının sarıldığını söylüyor. Yani direk iktidar yaraları sardı demiyor ama Uludereliler devlet ile barıştı diyor işte.
Bunu ,Kaymakam Cemil Öztürk, kaybettiği eşini Denizli’de toprağa verirken; yanında otobüsle gelen 100 Uludereli olması olgusu ile nesnelleştiriyor. Şu cümle ile, Uluderelileri cenazede gören Kaymakam Öztürk, 'Acımı paylaşmak için oralardan gelen Uluderelilerin bu davranışı beni çok etkiledi' dedi.’
            Kaymaklığı aradım telefonlara cevap yok. Uludere Kaymakamı, Uluderelilerin otobüsler ile geldiğini bilmeden, bu işi ekibinden biri mi organize etti diye soracaktım.
Nasıl gelmiş olurlarsa olsunlar, genç kaymakamın, eşinin cenazesinde taa Denizli’de, ilçedekilerce yanlız bırakılmaması elbette çok güzel. Kendisine başsağlığı diliyorum. Allah’tan beş yaşındaki kızına bakacak güç kuvvet diliyorum.Uludereliler de Cumhuriyet Ortaokulu’nun İngilizce öğretmenini kaybettiler. Onlara da başsağlığı diliyoruz.
Ama kafamızdaki tüm deli sorulara aradığımız cevaplar var.
Şimdi; Akşam’ın haberine göre;

‘’...Bu acılı süreçte PKK'nın baskısına karşın, 29 ferdini vahim bir hata sonucu kaybeden Encü Ailesi'nden 15, Ortasu ve Gülyazı köylerinden de 15 kişi olmak üzere 30 kişi korucu oldu. Yine Uludere'den 60 kişi devlet dairelerine personel olarak yerleştirildi. Uludere halkı 28 Aralık günü yapılacak olan anma ve mevlide Şırnak Valisi Vahdettin Özkan ve diğer devlet temsilcilerini de davet etti. 'Devleti aramızda görürsek mutlu oluruz' mesajı yolladılar. Başbakan'ın talimatıyla ölenlerin yakınlarının hesabına 3.4 milyon lira yatırıldı. Ancak köylüler PKK'nın 'alanı öldürürüz' tehdidini sürdürmesi nedeniyle bu parayı henüz almadı...

-Vefat eden 34 kişinin ailelerine ve köylülere yakacak ve temel gıda malzemeleri dağıtıldı.
- Eşi vefat eden 28 kadına maaş bağlandı. (iki ayda bir 500 TL). - Gülyazı'da 24 derslikli lise için 130.000 TL'ye arsa alındı. - İki köydeki ilk, orta ve lise düzeyindeki bütün okulların çevre düzenlemesi ve onarımı yapıldı.- 'Umut Işığı Projesi' kapsamında iki köyden 87 öğrencinin dershane ücreti karşılandı. - Gülyazı, Ortasu, Ortabağ ve Yemişli köylerindeki 50 aileye 60.000 TL tutarında fidan hibe edildi.- OR-KÖY kapsamında 57.000 TL maliyetle Ortasu'da 38 haneye güneş enerjisi sistemi kuruldu..’’
 Yıllar önce başlamış projeler ver mı bu projeler arasında?
İnsan Hakları Komisyonu Uludere Alt Komisyonu üyeleri toplantılara düzenli katıldı mı? Muhalefetin komisyona ‘baskı’ iddialarına net cevaplar verilmeli.
Ve şunu biliyoruz ki;
Asıl yarayı soğutma, asıl ‘devlet ile barışma’ o yanlışın tekrar olmayacağı inancının tesisi ile mümkündür. Aynı hiyerarşik koruma düzenin yerinde kalması halinde, yardımlar ne kadar anlamlı olabilir?
Ayrıca; şunları daha evvel yapsaydın da; o cancağazlar, hadi senin imalarınla konuşayım; PKKlı olanarı da dahil, üçe beşe bakıp o kaçağa gitme gereği duymayaydı; olmaz mıydı? Canlarını, oğullarını kaybedenlerin gönlünü almaya harcayacağını, zaten yapacağını, biraz daha evvel yapaydın... O zaman herkes sana helal olsun derdi.
Felakete verdiğin refleks ile çareden uzaklaşmamış olurdu bu yardım enstrümanları o vakit...
            Teşvik ve Rant peşinde koşanlar bravo demezdi belki...
             Sırf  katma değer vergisi gibi mal ve hizmet karşılığında devlete, 218 milyar 398 milyon lira  ödemiyor muyuz? Kazanç, gelir ve emlak gibi mülkiyetten toplanan, zenginlerin vergilerinden geleni saymıyorum bile.
 Helali hoş olsun derdik hepimiz. Zira fakirin gönlü daha zengindir. Eminim.‘Kardeşlerimize helal olsun’ derdik. Kardeş olduğumuzu iyice bilirdik. Şu anda dediğimiz gibi.
Yeterki herkes geç olmadan devlete güvenebilsin artık. Güven sorununun bir kısmı halledilmişken, büyük ölçüde tekrar zedelenen güven artık tesis edilsin.

21 Aralık 2012 Cuma

GÖZE SİYAH BANT, İNCE MİZAH VE SANSÜR


NTV ekranlarında; genel yayın politikasında idari bir rolü olmayan, ancak kendi programı süresi içinde birşey ortaya koyma imkanına sahip, kuruma 17 yılını vermiş, bir konuğu, Leyla Zana’yı programa alma tartışması sonucunda işini kaybetmiş bir sunucu,

Uludere konusunda adalet isteyen duruşu ile takdir toplamış, Emret Komutanım çıkışındaki cesareti ile haklı olarak bir gazeteci olarak cevap beklerken karşılığında işsiz kalmış, dolayısı ile sorduğu soruların haklılığı izlenimini teyid etmeyi başarmış,  dış basın ile bağlantılarını kullanmakta mahir, yeni nesil bir yazar,

Ahmet Şık’ın meşhur İmamın Ordusu kitabının kopyasına sahip olması, Radikal Gazetesine baskın  ve kitabın nüshalarının silinmesi konularındaki rolü yılan hikayesine dönmüş, ‘evde değilim gazeteye gelin’ dediği için tuzakçılık ile suçlanmış,  geçmişte yargılamalar ile defalarca yüzleşmiş, daha önce benzer şeyler yaşamış bugünün sağ islami medyasının da desteği ile eylemci geçmişi yerli yersiz hatırlatılmış bir gazeteci,

Emniyet içindeki Fetullahçı yapılanma iddialarını aktaran o meşhur kitabın, 375 gün hapis yatmış yazarı,

‘’Kürtler haysiyetleri için mücadele ediyor. Gerisi teferruat" dediği için basındaki bazı isimlerce neredeyse örgütçülük ile suçlanan ve vakti ile;  28 Şubatçılar, şeriat tehlikesini,  bölücülük tehlikesinden de öne çektiğinde; mağdurun yanında duruş göstermekten çekinmemiş bir akademisyen, son yazdığı yayın organı Milliyet’ten ayrıldığı günlerde verdiği röpte ‘Sadece köşe yazarları değil, büyük patronlar, bazı siyasetçiler, ‘bizi korkuttular’ gibi özrü kabahatinden büyük bir bahaneye sığınmayı yeni döneme ayak uydurmanın yolu olarak pazarlamaya giriştiler. Bu durum, yeni sadakat ilişkileri kurmak adına mevcut iktidarın da işine geliyor’ demiş  bir entellektüel;

Ciddi sayıda okuyucusu bulunan, vicdan sahibi, düşünen, ancak kendi ifadesi ile Kürt illerini düşünürken Türk illerini düşünmemeyi seçmek ile eleştirilen, duruşu itibarıyla tek yerden bakmayı seçmiş bir başka genç yazar...

Ben Başbakan olsaydım, olmaz ya tutki oldu...

...Benim dönemimde;

                Ahmet Şık ve Nedim Şener gibi gazetecilerin davalarının sürdüğü, Rohat Emekçi gibi yayıncıların bir haber ile hedef gösterildiği ve kolunun kırıldığı, Hilal Kaplan’ın neredeyse münafık - dinsiz itham edildiği, lince hazır goygoycuların olduğu bir ortam varken,

Kraldan çok kralcılar; sansürcülüğüme örnek gösterilecek tutumlar sergileyerek beni ağızlarda sakız ettirirken,

Biz başbakana gül atmayız  dostun gülü yaralar’ diye varlık amaçlarına ters düşüp, beni ve kendilerini komik duruma düşüren ve bunu beni desteklediğini düşünerek yapan bir kısım medya;

 Ve bunun karşısında yılların birikimi ve gücü ile benim ‘onların da başbakanıyım’ dediğim; ama bana hala öteki olarak bakanlar üzerinde etkisi yüksek, bir başka kısım kurt medya varken;

 Bir gazeteye, hepsinin ortak noktası; beni rahatsız etmiş olmak olan bu isimlere kapı açan bir gazeteye; olsam olsam minnettar olurdum.

Bunu, benim gözüme bant çekerek yaptılar diye hiç gocunmaz, sesimi çıkarmayarak ‘görmek istemediklerim’ olduğunu iddia eden bu tanıtımı yanlış çıkarmayı seçerdim.


‘O soğukkanlılık olsaydı, zaten o gazeteciler yerlerinde yazıyor olurdu’ diyenler için;  kraldan çok kralcıların altını bir kere daha çizmekte yarar var. Ancak Başbakan medya patronlarına ‘hala bunları burada tutuyorsunuz’ demiş olmasaydı bu argüman daha anlamlı olurdu o da bir gerçek. Bu sadece başka işler yapan medya patronlarının sorunu olmadığı gibi sadece Başbakanın sorunu da değil.

Ben Başbabakan olsaydım; Birgün’e tazminat davası açmazdım.

Bugün, Birgün; Başbakan’ın gözüne para bandı koymuş. ‘Gözünü para bürüdü’ diyorlar.

Bu yola çıkanlar para için çıkmadı, tazminat davalarını, kayıpları göze almışlardır. Para için satılan gazetecilikten ise tüm imkansızlıklara rağmen inandıkları değerlere sahip çıkanların gazeteciliği, nesnellikten uzaklaşmadıkları sürece daha değerli. Her renge açığız diyen, muhalif bir gazete, kodlarından kaynaklanan hedefleri ne olursa olsun bir başbakanın hedefinde olmamalı.

Sayın başbakan, o yazarlar yazsalar ne olur, size o siyah bantlı fotoğraf ile sansürcü deseler ne olur? O isimler yazılarını yazabildiklerinde, öyle olmadığınız anlaşılır. Ayrıca siyah bantta, kişilik haklarına hakaret değil ince bir espri görüyorum.

Gerçi bu siyah bantlı tanıtımda adı geçen ve ‘yakında gazetemizde’ diye isimleri duyurulan yazarların neredeyse tümü ‘kimsenin gözünde kara bir bant olmayacağız’ çalımı ile bence gayet zekice hazırlanmış o duyuruyu kınayıp; gazeteye verebileceklerini beyan ettikleri destek ifadelerinin yanlış anlaşıldığını açıkladılar....

Birgün; duyurduğu isimler ile devamlı yazı anlaşması yapmadan bu tanıtımı çıkarırken hatalıydı ve özür diledi. Orada bitecek bir konuydu. Hakaret için yargıya gidilmeli ama hakaret var hakaret var...

Şunları eklemeli;
Başbakan 1994'ten beri basın tarafından dayak yiye yiye, basına rağmen bu ülkede %50 oy almış bir iktidarın başbakanı. Basın etiğine aykırı, hakaret içeren haberlerde her zaman hukuki mücadele yolunu seçmiştir. Hep dövüldüğü için bu alışkanlığı anlayabiliriz.

Ve Başbakan'dan, Demirel'in izlediği yol gibi sessiz kalmasını beklememiz için, siyaset yaptığı dönemde Demirel'i de yok etmek, lime lime etmek isteyen bir merkez medyanın  da var olması gerekirdi.

Ancak, artık Ustalık döneminde, merkez medyayı ve her zaman devletin kucağına oturan patronlarını epey bir yola getirmiş ve halkın 3. kere teveccühünü %50 ile gösterdiği bir başbakan olarak, bunlara takılmamasının zamanı gelmiştir diye umuyoruz. Türkiye artık o baronların  döneminde değil diye umuyoruz.

Ancak bir bakıyoruz, Başbakan diyor ki 'derin yapının bittiğini iddia edemem'. Söz bitiyor.


8 Eylül 2012 Cumartesi

CNN SPİKERİ POLİTİK KULLANIMDAN RAHATSIZ

CNN 'de kendi haber show parogramını yapan sunucu Erin Burnett, Cumhuriyetçi Ulusal Komitenin, kendi showundan bir bölümün, bir WEB reklamında kullanmasını protesto ediyor. Reklamda Başkan Obama ve yönetimi, kadınlar ile savaşta olmak ile suçlanıyor. Bunun dayanağı ise komedyen Bill Maher'den bağış kabul etmiş olması.

Videoda kullanılan görüntüler,Burnett'in Obamanın reklam stratejisti David Axelrod'un Maher'i savunduğu bir röportajından alınmış. Ve Burnett burada 'toplumun tanıdığı bir kadın figürü olarak, eğer bana birisi cinsiyetçi bir kelime etseydi' derken görülüyor. Bu sözlerinden sonra Burnett'in videosu kesilyor ve bir dış ses, Obama yönetimini erkekler klübü olarak tanımlayan bir metni okuyor.

Aslında Burnett'in videosundaki soru, Maher'in bir standupında, eski başkan adaylarından Sarah Palin hakkında yaptığı yoruma yönelikti.

Cumhuriyetçilerin videosunda yer aldığını gören Burnett ise, kendisinin dahil eidlmesinden başlangıçta etkilendiğini ancak daha sonra rahatsız olduğunu, çünkü demokratların kadınlar ile savaşta olduğunu düşünmediğini, sorduğu sorunun böyle kullanılmasından rahatsızlık duyduğunu belirtti.

Sunucu ayrıca, herhangi bir partinin kadınlar ile savaşta olduğu suçlamasının, sadece politik bir suçlama olduğunu düşündüğünü de söyledi.

Daha önce de demokratlar, Obama'nın, işveren ve sigorta şirketlerini doğum kontrol haplarını kapsama alma kuralını engellemek isteyen Cumhuriyetçileri kadınlara karşı savaşta olmak ile suçlamışlardı.

Demokratlar Muhafazakar yorumcu Rush Limbaugh'un yorumuna da itiraz etti.

Burnett ayrıca politikacıların, sorun karşı taraftayken yaraya parmak basmayı tercih ettiklerini, ancak kadınlar ile ilgili, özellikle polisin kadınlara kullandığı dil konusundaki yaptırım önerilerine kayıtsız kaldıkları eleştirisini getirdi.

Burnett medyada görüntülerinin politik amaçlı kullanılmasına itiraz eden ilk isim değil. NBC'den Tom Brokaw ise Mitt Romney'nin kampanyasında, 1990'lardan bir klibi kullanılarak bir diğer aday Newt Gingrich'in eleştirilmesine itiraz etmişti. Brokaw 'görüntülerimin amacı dışında kullanılmasından rahatsızım, bir gazeteci olarak herhangi bir kampanyanın taraftar toplamasında bir rolüm olmasını istemem' dedi.


NBC'nin hukuk işleri bölümü, reklamın kaldırılması için başvurdu ancak ABD telif yasasına göre videonun amacı dahilinde kullanıldığı savunması ile karşı karşıya kaldı.

4 Eylül 2012 Salı

CAN ATAKLI'DAN YERİNDE ANALİZLER

ŞEMDİNLİ VE PKK'NIN NİYETİ

Can Ataklı tartışılan iki konuya dair yerinde analizler yapıyor. Tarafsız ve siyasi olmaktan uzak bu görüşleri paylaşmak istedim. İlk konu PKK'nın son eylemleri ve BDP'nin ileride Türkiye siyaset sahnesindeki konumuna dair öngörüleri toparlıyor. Başbakanın olası adımlarını ve tutumunu yazmış Ataklı. PKK nın, kendilerini, Kürt halkının temsilcisi olarak ifade eden seçilmiş BDP li vekillere yönelik bir provokasyonu tetiklemenin peşinde olduğunu, vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve ardından gelecek ceza süreci hayali ile Türkiye'de demokratikleşme taleplerinin seslendirilmesine zemin arandığını aktarıyor. Vekiller PKK lılar ile kucaklaştı diye, sosyal medyada 'ceza gelsin' çığlıkları atanların okuması gereken bir yazı.

İkinci konu ise Enis Berberoğlu'nun haberine yönelik. Dün yani Pazartesi akşamı, Berberoğlu'nun Şemdinli çalışmasını Habertürk'te Cengiz Çandar, Fehmi Koru ve Ruşen Çakır da eleştiriyordu. Ancak hiçbirinden Ataklı'nın yaptığı açıklıkta bir eleştiri duymadım. Uzun bir programdı kaçırdıysam,yaptılar da duymadıysam bağışlasınlar.

Ataklı, Hürriyet'in 'orada bişey olmuyor' derken başabakana payanda olduğunu yazmış. İlk akla gelen bu bakış ile değil de, neden daha çok vatandaş görüşü yok, neden yetkililer ile görüşülmemiş vs şeklinde eleştirdi diğer gazeteciler. Hürriyet'in Türkiye Türklerindir mantığı çerçevesinde bir çalışma yaptığını vurgulamayı tercih ettiler. Direk böyle konuşan olmadı. Ataklı'nın bu konuda bir diğer farkı ise yapılan mizansenin ''yıllarca zihinde kalacak'' şekilde fotoğraflandığı takdirini de sunmuş olması.

Berberoğlu sırf payanda olmak için bu çalışmayı böyle yaptı diyemeyiz. Bunu diyebilmek için, tüm işlerinde her açıdan her fotoğrafı ortaya koyan bir medya gerçeğimiz olması lazım. Öyle bir medyada birtek Hürriyet gördüklerini tek yönlü fotoğraflamayı seçiyor olsaydı rahatça eleştirmek mümkündü. Orada değildik, neyi gördüler de atladılar, iddiamızı ıspat edemeyiz.

Bir diğer konu da Hürriyet nasıl ki Hatay haberinde tek yönlü demeçlerini ilk sayfasına taşıdığı Hataylıların haberini, başbakana payanda olmak değil de tam tersi amaçla vermekle eleştirilmişti, bu konuda da başka bir yönde bir yaklaşım görüyoruz.

O konuda da daha önce yazdığım gibi, Hatay'da da o insanlar ve o konuşmaların fotoğrafı gerçekti, Şemdinli'de de bu fotoğraf gerçek. Dolayısı ile gerçekten uzaklaşılmış bir habercilik yok. Konu nereden bakıldığı ile alakalı. Nasıl ki muhalif Suriyelilere sempati ile bakan Hataylı aransa, o da bulunabilirdi, ama onlar yerine rahatsız olanlar yer aldı haberde, Şemdinli'deki sakin fotoğraflara da öyle bakmak lazım. Aslında saygı duymamalı ama bunun için, bunu eleştirenlerin yayın organlarının da tüm konularda her türlü gerçeği beraberce çeşitlilik içinde araştırıp vermesi gerekemz mi? Bu olamadığı sürece tek yere vurmak neden?




CAN ATAKLI'NIN HER İKİ KONUYA DEĞİNİDİĞİ YAZISI

BDP’liler tutuklanmak, PKK çok şiddetli müdahale istiyor!

Artık aklın ve mantığın bittiği noktadayız. Ya da iktidar çok büyük bir oyunla karşı karşıya. Çünkü bunun başka açıklaması yok.

Son bir ayda yaşadıklarımızı arka arkaya sıraladığımızda ortaya tek bir gerçek çıkıyor: Türkiye’nin sabrının taşması ve öfkeyle tamiri çok güç olabilecek bir önleme başvurması isteniyor.

BDP’liler PKK’lı teröristlerle kucaklaştığında bunun bir bedeli olacağını bilmiyorlar mı?

“Şırnak’tan Cizre’ye olan 400 kilometre PKK’nın kontrolünde, inanmayan gelsin baksın” söyleminin tüm Türkiye’de büyük infial yaratacağı hesaplanmıyor mu?

PKK çok sık aralıklarla 8-10 şehit birden verdirmesinin başına iş açacağını tahmin etmiyor mu? Bir milletvekilinin kaçırılmasının yaratacağı sorun hiç düşünülmüyor mu?

Hepsi biliniyor.

Hepsi hesaplı.

Ama bu, çok pahalı bir hesap olacaktır.

Hem Türkiye için hem de sözde Kürt halkının huzuru ve mutluluğu için savaştığını söyleyen teröristler ve yandaşları için.

Önümüzdeki günlerin olası gelişmelerini tahmin etmek zor değil.

Başbakan çok öfkeli. Çünkü çok sıkıştı.

İçi boş açılımın hiçbir yarar sağlamayacağını ilk günden beri biliyordu.

Amacı Kürt kimliğinin değil “İslam” kimliğinin daha öne çıkmasıydı. Bölge halkını bu politika ile etkilemeye çalıştı. Bir anlamda başarılı da oldu ama milliyetçi Kürtlerin bu oyunu bozabilecek güçleri olduğunu sanıyorum tam olarak hesaplamadı.

Sonuçta milliyetçi Kürtler “son kozlarını” ortaya koymaya, bir tür “intihar komandosu” rolü oynamaya karar verdiler artık.

Başbakan’ın söyleminden anlıyoruz ki, BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlığı yakın bir gelecekte kalkacaktır. Şartlar oluşmuştur. Parti kapatma yerine milletvekili dokunulmazlıkları kaldırılacak ve BDP’li milletvekilleri tıpkı 1994’teki gibi muhtemelen Meclis’te yaka paça yakalanıp tutuklanacaklardır.

Ki sanıyorum zaten BDP’nin istediği de bu.

Ardından PKK protesto eylemlerini artıracak, Şemdinli’de oynanmak istenen oyun bölgenin başka yerlerinde sergilenmek istenecektir.

Çaresiz kalan Tayyip Erdoğan daha da şahinleşecek ve belki olağanüstü hâl ya da sıkıyönetim ilan ederek terörle mücadeleyi en sert düzeye çıkaracaktır.

Tablo ister istemez Suriye’yi andıracağı için milliyetçi Kürtler “uluslararası müdahale” talebinde bulunacaklardır.

Yanlış politikalar Türkiye’yi sonunda bu noktaya getirdi.

...

O fotoğraf

İki gündür medyada ve özellikle sosyal medyada Hürriyet’in Genel Yayın Müdürü Enis Berberoğlu’nun Şemdinli sırtlarında çektirdiği fotoğraf konuşuluyor.

Siyasi olarak çok kötü fotoğraf tabii.

PKK bölgeyi kontrol altında tuttuğunu söylerken ve Başbakan bununla alay ederken, Amiral gemisi niteliğindeki gazetenin Başbakan’a payanda olmak için bu tür bir mizansene alet olması mesleğimiz adına hoş değil.

Ancak “kendinden söz ettirme” açısından dâhice bir mizansen bu. Yıllarca bu fotoğraf zihinlerde kalacaktır, orası da ayrı.

Hepsinin dışına küçük bir eleştirim var. Enis Berberoğlu fotoğraflarda üzerinde “GAP İstanbul” yazan bir tişörtle görünüyor.

GAP bölge halkı için “Güneydoğu Anadolu Projesi” anlamına geliyor ki sanıyorum Berberoğlu bunu düşünmüş.

Ancak tişörtteki GAP dünyanın en ünlü giyim markalarından biri.

Bir genel yayın müdürünün adeta göğsüne reklam almış gibi bu kadar unutulmayacak bir mizansende kalıcı görüntü bırakmasını kendisine yakıştıramadım.

GAP bu reklamı Hürriyet’e 10 sayfa reklam verse yapamazdı.

Can Ataklı

31 Ağustos 2012 Cuma

SINIFLARDA ZİKİR FİKRİ VE ÇARPITMALARDAN SEÇMELER

Sınıflardan zikir sesi yükselecek denilince, tüyleri diken diken olmuştur Zafer Mutlu'nun mesela.
Ama ben bu sefer 'bu birilerinin en doğal hakkı' falan diye girmeyeceğim konuya kamuda türban vs gibi. Ders vermeye kalkmayacağım.

 Çünkü eğer böyle bir durum olsaydı, bunu savunur muyduk kınar mıydık şu anda tartışmanın anlamı dahi yok.

Çünkü böyle bir durum yok. Buna göre bu konuda olsa olsa habercilik dersi verilebilir.

Yılların Cumhuriyeti, duruşuna uygun tepki geliştirmesin demiyoruz ama olmamış ve olmasını öngörmenin oldukça zor olduğu mevzularda çarpıtmalara devam etmesi eminim pekçok Cumhuriyet aşığını yaralamıştır.

 Acaba?

 Yoksa 'böyle bişey yokmuş oh' demek yerine, böyle bişey varmış oh, buradan yürüyelim de tantana çıkarılım diyenler mi çoğunluktadır Cumhuriyet okurları arasında o da ayrı konu. Ama hep söylüyorum ben Cumhuriyet'ten gerçekten kaygılanılacak şeyleri doğru mesnetler ile okumak umudunu taşıyorum. Bir de Cumhuriyet okumadan, ülkenin durumunu anlamak zor diyenlerdendim ısrarla.

Şimdi efendim gelelim Cumhuriyet'in manşetle yaptığı şov ve çarpıtmaya mesnet olan içeriğe. Gerçi içeriği okuyunca mevzunun zorlama bir şekilde bu başlığa bağlandığını anlıyor biraz izanı olan. Anlamak istiyorsa tabi. Ama sadece başlığa bakarak bile ülkemin kaosa gitmesi kaçınılmaz. Çünkü temenniler o yönde oluyor maalesef bazen. Keşke böyle olsa da tantana çıksa diyenlere hazır konulacak bir dal bu manşet.

Efendim malum Kuran dersleri müfredata girdi. (Kuranıkerim diye yazılması öngörülmüş devletçe, dini  bir sakınca yok yanlızca Kuran yazmakta. Cumhuriyet bu kurala riayette titizlik gösteriyor)Bu ders ortaokullarda seçmeli efendim. Evet yanlış değil, seçmeli. Yani istiyorsanız bu dersi çocuğunuz seçebilecek. Kimseye zorla Kuran öğretilmiyor yahu. Allah korusun zaten. Kazara ya zorunlu ders olsa. Çocuklarının beyni yıkanmasın istemek her ailenin hakkı. Ama keşke bütün beyin yıkamalara karşı olsa bu liberal demokrat ailelerimiz. Bütün izmlere karşı olsalar çocuklar için. Neyse çocuk onların, derste seçmeli. Yani sorun yok.

Burada bir başka sorun seçmeli dersler arasında İncil ve Tevrat gibi farklı dinlerin kutsal kitaplarının da seçenek olmaması. Milli eğitim komisyonu bu konuda önerileri gündeme almıştı ama bir sonuca varılmadı. Hikmet Uluğbay'ın bu konuda devlet laik ise o imkanları da sunmalı eleştirisi doğru. Bu konuya dair, seçmeli ders denilse de seçmeyenlere baskı uygulanacak ve pratikte zorunlu hal alacak gerekçesini ise doğru bulmuyorum. İnancın gönül ile olduğunu bilmedikleri için Kuran dersini seçmeyenlere yönelik her türlü eylem girişimi, dinin ruhunu anlamayan sözde dindar magandalardan geliyor demektir. Bunlar bu işlerin zorla olamayacağının ve zorla olsada bunun manen birşey ifade etmeyeceğinin bilincine varamamış yobazlardır. Ancak, müslümanın diyenlerin de Kuran'dan kaçması, kendi vicdanlarında kendilerine karşı dürüst olmaları adına, ancak kendilerine soracakları sorgulamaları beraberinde getirebilir. Bu başkasını ilgilendirmez.


Onun dışında efendim sınıflarda topluca zikir yapılacağına dair de müfredatta birşey mevcut değil. Sadece Kurtan dersi içerisinde Kavramlar öğretilirken Zikir kavramsal olarak öğretilecek. Zikir'i 'tarikata bağlı olanlar için Allah'ın adını ard arda söyleme' olarak tanımlayan ve Cumhuriyet'e konuşan bu dünyanın  ilahiyatçısı Prof. Şahin Filiz neden bu tanımı yapmayı seçiyor? Ya cahil, ya maksatlı ya da sözleri çarpıtılmış.

Çünkü efendim zikiri tanımlarken, ilk ana tanımda tarikatı vs i karıştırarak bir açıklama yapabilmek için bir teori uzmanının çıldırmış olması lazım. Bir kavramı tanımlarken önce ana tanım sonra ikincil kullanımlar ve izahlar yapılır. Zikir Allah'ı anmaktır ve bu adını arka arkaya söylemenin dışında varoluş felsefesi ile Kuranda da tanımlandığı şekli ile de örtüşen bir 'hal'dir aslında. Bitkilerden kuşlara tüm varlıkların zikir yaptığı anlatılır. Bu işi tarikatlar ile hu lar ile ilişkilendirip, okul müfredatına tarikat hu larının geldiğini çıkarmak için çıldırmış olmak lazım. Ee ama ne kadar korkunç gösterilirse, ne kadar ses çıkarma tepki çekme potansiyeli ile çarpıtılırsa bilgi, o kadar makbul. Anlıyorum.

Yani seçmeli olan Kuran dersinde kavram anlatılacak. Zikir nedir, dindeki yeri, felsefesi falan olur olsa olsa o bölümün içeirği. Buradan sınıflardan zikir sesi yükselmesi öngörüsü ile manşet yapmak, bu gazetelerin kısıtlamayı bırakın, kendi etik değerlerine göre dahi hiçbir sınıra sahip olmadığını gösterdi bana.



Bu gazetelere bir de din editörü şart oldu.  Yoksa yandaş ilahiyatçıların maskarası olacaklar. Gönüllü maskaraya ağlanmaz ama olsun.

16 Ağustos 2012 Perşembe

YİNE TEZKAN! BU SEFER SÜPER GİBİ

Son yazımda Milliyet'ten Tezkan'ın kamuda türban yasağı hikayesine yaklaşımını ayıplamıştım. Madem ihtiyaç varmış, özel sektörde neden türban yokmuş vs dediği yazı. Elmalar ile armutlar hikayesi yapmıştı resmen. Tam demagoji.

Bugün de Tezkan'ın köşesine ilgiyle baktım ve gönül rahatlığı içinde derin bir nefes aldım okuduktan sonra. Tezkan 'Okullar ile birlikte kıyamet kopacak' başlığı ile 66 aylıkken okula başlayacakların yaşayacaklarını anlatıyor . Kaos çıkabilir demeye getiriyor.

80 kişilik, hadi bilemedin 60 kişilik sınıfları eleştiriyor.

Eylül'de kıyamet kopacak, iktidar bu acıklı durumu yazan medyaya kızacak diyor. Müneccim olmaya gerek yok ama cesur olmak güzel. Yeterki doğruyu önyargısız söyle. Çarpıtmadan söyle. Sadece, öyle olduğu için ve bu bazı insanların veya herkesin haklarının ihlali olduğu için söyle. Ama bunu eşit yap.

Dedim ya haklı. Muhtemelen öyle olacak. En başta okulların fiziki koşullarının yeterince uyarlanmaması nedeni ile hazırlıksız bir sistem değişikliği geçiş döneminin acısı yaşanacak gibi.

Tezkan'ın öngörülerine sonuna katar katılmamak mümkün değil. Ama orada şöyle bir not düşmüş ki, orasını okuyunca huylu huyundan vazgeçemiyor işte dedim.

Efendim, bir inat uğruna bir nesil heba oluyormuş.

Tezkan 28 Şubat döneminde, Meslek Liseliler yani İmam Hatipliler; okula başlarken bilmedikleri bir uygulama ile yıl ortasında karşı karşıya kalıp hayat boyu mağduriyetini yaşayacakları üniversite hayatlarını etkileyecek öneri uygulandığında neden bu soruyu sor-ma-mış-tı? Onlar başlarına böyle birşey geleceğini bilseler ve en azından bile bile öyle tercih ettiler o okulları denilebilseydi, bir parça rahat ederdi vicdanlar.

Başörtülü kızlar cemaatlerden, iş adamlarından burslar bulup yurtdışına gitme arayışına girmezdi falan. Neyse onda da vardır bir hayır. O dönem yapılan çarpıklık, yani bir şekilde o sistemin dönüşü sağlanmalı, İHL ve meslek liselerinin o dönem kaybolan onurları tamir edilmeliydi. Siyaseten bunu anlamak mümkün. Belirli ölçüde ailelerin talebi de vardı.

Ha laik devlet neden İHL açar derseniz oraları tartışabiliriz. Farklı din mensubu ailelere de; din adamı yetiştirmek istedikleri çocuklarına farklı bir ortaöğretim sağlanabilecek mi veya çocukları başka meslek seçecek de olsa, kendi dinlerini öğrenebilecekleri devlet okulu bulacaklar mı orası tartışılabilir. Buna da kimse itiraz etmez.

Sonuçta o zamanki değişiklik düzenlenmeliydi ama böyle apar topar olmamalıydı. 28 Şubatçıların yaptığı gibi olmasa da , oy kaygısı ile hızlı hareket ederek mağduriyet yaratılmamalıydı. Yani 'biz bunu da düzelttik' demek hükümetin siyasi hakkı, taleplere cevap vermek gerekir. Ama bunu yaparken en iyi şekilde uygulamakta görevi.

AMAN HA SAKIN HA!... PKK GÜNDEM BELİRLEMESİN MİŞ MİŞ...

Tezkan'ın köşesinin bir diğer bölümünde terör ile ilgili ' başkalarının' demagojik söylemlerine yer verdiği satırlara ise kelimesi kelimesine, harfi harfine ka-tı-lı-yo-rum. Terörü konuşmayalım, dik duralım, cenazelere sevgi göstermesin aileler, oturum yapılmasın Meclis'te, PKK gündem belirlememiş olmasın mış mış...

E o zaman müsade etme bunların olmasına, PKK nın gündem belirlemesine müsade etmemek, gerçekleri konuşmayıp milleti ve kendini kandırmakla olmaz, sorunu çözmekle olur. Silahlı mücadele ve teröre teslim olmama martavalları gerçek olsa da ölenler de gerçek. PKK'nın ikna ettiği gençlerin dağa çıkışı durmadan başka sorunların olduğunu görmemek imkansız. Gündem belirletmemek, gündem belirleyecek işlere kalkışamamaları ile olabilir ancak. Ha münferit şehir saldırıları vs den bahsetsek, dünyanın heryerinde oluyor diyebilrsiniz... Ama bunlar hala dağda sa-va-şa-cak 150 adamı çatışmada kayıp veriyorlarsa, Tezkan'ın dediği gibi PKK nın Suriye olayları ile bölge Kürtleri gerçeğinden ayrı değerlendirilemeyeceğini, görmezden gelinemeyeceğini hatırlamak lazım. Ve ''bizim'' 2 şehit verip 150 terörist öldürmüş ''olmamız'' herşey yolunda demek midir emin değilim.

Konuşmayalım, ok, teröre prim vermeyelim ok ama bu kadar da değil.

Ne güzel yazmış Tezkan. Ellerine sağlık.

Olimpiyatlar konusunda attığı çengelde de haklı.

Hep böyle görmek isteriz...

Bakın Türkiye'nin iki kanayan yarasında yaptığı eleştirileri, belki de hükümetin prestijini en çok sarsacak iki konuda yaptığı tespitleri anladığım için mutluyum.

Tezkan bir yazar olarak, oy aldığı kesimin hakkı olan eşitliği teslim etme noktasında, kamuda türbanı serbest bırakmayan hükümeti eleştirseydi, yine muhalif gazetecilik yapmış olurdu. Ama iktidar bunu çözecek diye korkan, muhalefet söylemi ile halkın temel haklarının karşısında durunca okuyucularını incitti. Hükümetin de çok taktığını sanmıyorum o da ayrı. Sadece bir kesimin sesini duymak, halkı ayırarak seslere yer vermek olmaz. Bu yandaş medyanın da candaş medyanın de eşit şekilde sorunu.

Yani derdimiz hükümet eleştirilmesin, insanlara hükümeti sevdirilecek yazılar yazılsın değil.

Bin türlü yolu var içi dolu, halka dokunan , önyargılardan uzak eleştiri yapmanın. Ve bu yolla daha çok can acıtabilir bonus olarak. Ama, amaç bu olursa, başlama noktası bu olursa, olmaz.

Hükümet eleştirilecek diye, insanların temel hakları yok sayılabilecek ve görmezden gelinecek bir yerde görülmesin halk. Bu halk enayi değil. Enayi ise dahi, gönüllü enayi olacağı yeri kendi belirliyor artık. Derdimiz bu. Bilmem anlatabildim mi...

3 Ağustos 2012 Cuma

TEZKAN'IN KAMUDA TÜRBAN SORUSU


Milliyet yazarı Mehmet Tezkan'dan zekice sorular bekleriz genellikle...

'Türban genel tercihse neden iş dünyasında türbanlı kadın yok?'

Ama Tezkan bu sefer cevabını biraz araştırsa bulabileceği bir soruyu sormuş. Hem de bulacağı cevaplara gözlerini kapatarak sormuş. Başörtü düşmanlarına yaraşır şekilde sormuş. Ya tutarsa diyerek sormuş. Mevzu kamuda başörtüsü. İşin yasalara uygunluğunu, Anayasa sürecinde nasıl şekilleneceğini, on yıldır bekleşenleri düşünelim. Teknik yani yasal engellemeler zaten hukukun yoruma açık yerlerinden zorlama çıkarıldığı için çok sorun olmayacaktır çözmek.

Ancak Ak Parti muhalifi yandaş gazetecilerin ve işinden siyasi duruşunu ayırt edemeyen tutkulu siyasetçi gazetecilerimizin korkusu, türbanlıların kamuya girmesi ve eşit haklardan her vatandaş kadar, torpil yapılmadan liyakatları nispetinde yararlanmaları değil sadece. Onlar 10 yılı aşkın zamandır bu konuyu çözemeyen Ak Parti'nin bu konuyu aşarsa büyümesinden korkuyorlar. Tam çözüldü diye umdukları sırada... Bu nedenle de bir kısım(zaten iknici sınıf görmekte mahzur bulmadıkları) vatandaşların hakkının gecikmesi onları hiiç rahatsız etmiyor.

Tezkan diyor ki, neden bu kadar az talep var özel sektörde, neden istihdam edilmiyorlarmış?

Tezkan bu soruyu çalıştığı kuruma, patronlarına seslenerek sorsa ya. Neden merkez medyada on yıllardır çalıştırılmadılar? Talep yok diye bunu mu delil olarak gösteriyorsunuz. Hadi canım oradan. Başvurmaya cesaret bile edemediler. Edipte başvuranların aldıkları cevaplar ise malum. Neden hala Capitol alışveriş merkezinde, Muhafazakar ve başörtülü insanların alışverişe gittiği bir semtteki AVM deki mağazalarda çalışan başörtülüler bile, mağazaya gelmeden başlarını açmak zorunda kalıyor? Hani talep yoktu? BMW neden sponsorluğu iptal ediyor bir TV programından? Sunucunun başörtülü arkadaşı bindi diye. İmaj zedelenmesi.

Nihal Bengisu Karaca neden 10 yıl önce Zaman grubundaydı? Şimdi şimdi kısmen merkez medya organlarında tek tük varlar. Çalıştırılmadılar da ondan... Ve buna gerekçe olarak da dalga geçer gibi 'merkez medya tecrübesi' gösterildi. Yumurta-tavuk tartışmasına kurban edildiler. Bu kadar kolay.

Talep yok evet, mülk sahibinden talep yok. Ama çalışacak adamdan, işgücünden talep çok. Sizler gazeteciliği mülk shaibi patron gazeteciliği olarak gördüğünüz için emekçinin çalışırken yaşadığı sıkıntıyı ve talebi tam da böyle görmezden gelmeyi seçersiniz demekki. Ne üzücü. Böyle olmamasını temenni ederdik.

Aslında sayın Tezkan, başka cevaplar da var. Yıllarca muahafazakar ailelerinin baskısı ile zorluklarla okuyan ama başarılı olan başörtülülere en büyük darbeyi vurarak okullarda başörtü yasaklandığı için iş dünyasında yoklar. Haydi kızlar okula kampanyası düzenlenen bi ülke burası Tezkan. Bilmem biliyor musunuz? Bu nedenle iş dünyasında olamadılar. Çünkü onlar ancak başörtüsü ile ailelerinin muhafazakar zihinlerinde, okumayı ve çalışmayı yerleştirebiliyorlardı belki. İş yapan babanın ticaretini sürdüren ataerkil ağabeylere, erkek kardeşlere kendilerini kabul ettirmekle uğraşıyorlardı. Siz ise şimdi bu zihniyetin başörtülülere yer vermemesini göz önüne koyuyor, topu oraya atıyorsunuz. Dindar, gerici zihniyet başörtülü yerine başı açık tercih etti evet haklısınız. Başörtülüye verdiği şansı ise sonuna kadar sömürdü, başka yere gidemeyeceğini biliyordu o da doğru. Ama laik zihniyette bin beterini yaptı.

Neden iş dünyasında yoklar bi başka cevap. Bir kısmı ise inançlarından dünya malı için vazgeçmeyecek derecede büyük inanıyorlardı. O nedenle iş dünyasında olamadılar. Okumadan da bir iş yapmak istemediler. Kifayetsiz muhteris olmak istemediler belki.

Bunlara rağmen, işverenin seçim hakkını savunmak gayet doğal. Kendi emeği ve yatırımı ile işveren olan kişiye, kimse nasıl insan çalıştıracağını dayatamaz. İsteyen açık, isteyen de kapalı çalıştırır. Kuralları işveren koyar. Yasalar burada özel teşebbüse  kural koymamalı da zaten.

Ama kamuda, halkın parası ile, halkın emeği ile alınan vergilerden beslenen kurumlarda, bir ksım insanları  hak ettikleri pozisyonlara almamak için kurallar koymaya kalkmak son derece adaletsiz. O nedenle türban özel sektörde işverenin tercihi olabilir ama kamuda kesinlikle serbest olmalı. Buna kimsenin hakkı yok. Türbanlı ve KPSS den yüksek puan almış biri yerine A grubu memurluklarda daha düşük puanla bulunanlar nası rahat oturuyor? Hakim savcı ve avukatlar neye güveniyorlar, kendileri ile aynı eğitimi alan arkadaşlarının böyle elenmesine seyirci kalırken.

Türban asıl kamuda serbest olmalı.

Ancak türbanlı olmak avantaja dönüşmeden, liyakata göre seçimler yapılması koşuluyla eşit olmalı. Yasa simgelerin ayrımcılığa veya çıkarcılığa dönüşmesini de engelleyecek şekilde yer almalı. Hoş bunca zaman bu yasayı böyle kullananlara bu hassasiyet çok naif ama olsun. Halkın hakkı herşeyden üstün olmalı. Başkalarının bize yapmasını istemediklerimizi biz başkasına yapmamalıyız. Onlar yapmış olsa dahi.

Tezkan'ın dediğine göre, madem zaten tercih edilmiyormuş, kimse türbanlıya torpil de yapmaz değil mi? Öyle olacak olsa sizin de dediğiniz gibi özel sektörde kapış kapış giderdi bu ablalar, kardeşler değil mi sayın Tezkan? O nedenle rahat olabiliriz değil mi?

Hizmet verenin görüşünün belli olması ve bu nedenle kayırma olasılığı endişesine de katılmıyorum. Bunca zaman başörtülüye, başı açık eleman ile hizmet veren kamuda, başörtülü, hizmet alırken hakkının gasp edileceğini düşünmedi de, şimdi ters durumda neden bu endişe?


TEZKAN'IN YAZISI

Dikkat! Yeni türban dalgası geliyor

Belki daha erken ama şimdiden dikkat çekmekte yarar var..
Anayasa Uzlaşma Komisyonu ‘umutsuz da olsa’ yeniden çalışmaya başladı.. Başlarken de iktidar partisi türban konusunda önemli bir hamle yaptı..
Kamu çalışanlarına türbanı serbest bırakacak düzenleme önerdi..
Kabul edilirse..
Kadın vali, kaymakam, hâkim, savcı, polis, asker, öğretmen vb türban takabilecek..
*
Anlaşılan o ki; yeni anayasa yazılırsa, iktidar partisi yeni anayasayı referanduma götürecek sayıyı bulursa, havuç maddelerden biri belli..
Türban..
Türban sokakta varsa devlette olmasın mı denilecek..
Devlet milletten kopuk olamaz denilecek.. Milletin tercihi devlete taşınmalı denilecek..
Milletin devlete el koyması için basın mührü kampanyası yapılacak..

*
Ama asıl sorun yine konuşulmayacak, sorulsa da cevap verilmeyecek..
Hep sorarım.. Asıl soru şu... .
Türban genel tercihse neden iş dünyasında çok sayıda türbanlı kadın yok? Onca İslami şirket varken, onca mütedeyyin patron varken neden türban takan genel müdür yok? Finans müdürü yok, halkla ilişkiler müdürü yok?

Milliyet

7 Şubat 2012 Salı

DIE ZEIT'TEN YAZI SİPARİŞİ

Alman Die Zeit gazetesi 24 Kasım 2011 tarihinde Fehim Taştekin'e Suriye konusunda yazı yazmasını teklif etmiş.

''Esad Rejimi'nin haksızlığına karşı bir haykırış yazısı yazabileceğini'' belirtmişler. Aynı zamanda Türk hükümetine harekete geçin mesajı verebileceğini söylemişler.

Taştekin, kendilerine ''duruşunun farklı olduğu'' cevabını vermiş. Taştekin'in ifadesi ile bu cevap karşısında ''çarkederek'' ''size içerik dayatmıyoruz'' demişler.

Taştekin bunun üzerine yazısını yazıp yollamış.

Die Zeit uyanık. Taştekin'e bu sefer de, yazısında ''Diplomasi olarak öne sürdüğü çözüm önerilerini açmasını'' rica etmişler.

Taştekin laf olsun kabilinden yazı yazmadığı için, mevzuyu açmakta elbette zorluk çekmemiş.

Türkiye'nin, topraklarında liderlerini barındırdığı muhalifleri dizginleyebileceğini, hatta Esad'ın tüm dostlarını toplayarak Şam'a çıkartma yapabileceğini belirterek yazıya eklemeler yapmış.

Die Zeit bununla da yetinmemiş. Bu izahı yeterli görmemiş.

Başka izahatlar yapmasını istemişler...

Buraya kadar olanlar zaten yazarın vazgeçmesi amacı ile yapılmış gibi. Yani editöryel bahaneler ile sözde düzeltmeler istenmiş.

Bir yazar, iki kere bu şekilde itiraz gelince, zaten en başta da ne yönde yazmasını istedikleri belirtildiği için genellikle vazgeçer.

Ama Taştekin hiç istifini bozmamış. Bir kere daha bazı izahatlar daha yapmış, eklemiş ve göndermiş yazısını. Aynı minvalde izahatlar tabiki.

Die Zeit bunun üzerine artık yazıyı basmış.

Hiç kimsenin kendisinin görüşlerini paylaşmadığını ancak yazıyı basacaklarını belirten bir notu eklemeyi de ihmal etmemişler.

Türkiye'den ilerideler. Neden mi? Hiç değilse başta 'görüşüm farklı' cevabını aldıklarında, o halde teşekkürler diyerek oratdan kaybolmayı tercih etmemişler.

İstedik artık bir kere diye ses çıkarmamışlar.

Sonrasında yazı ellerine ulaştığında da itirazlarını, şekli bazı bahaneler üzerinden yapmaya çalışmışlar.

Her ne kadar en başta şu yönde bir yazı olabilir diye Türk hükümetini de etkileyecek bir yazı talebi ile ülkeyi, dünyayı yönetme kaygısı gütmüş olsalar da bizimkiler gibi hırt değiller.

Ama yine dizayn çabaları yine kendi doğruları.

O kısımlar aynı.

Medeni insanlar ne de olsa. Neyi nasıl yapacaklarını biliyorlar...

Birileri de Türkiye'yi Avrupa'ya şikayet ediyor.

Basın özgürlüğü diye...



---------------------------

Fehim Taştekin'in konuyu anlattığı Radikal'deki yazısı:


http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1077854&Yazar=FEHIM-TASTEKIN&CategoryID=100





Fehim Taştekin'in Die Zeit'de yayınlanan 26 Kasım tarihli makalesi için: 

http://www.zeit.de/2011/48/P-Syrien


5 Şubat 2012 Pazar

ZAFER MUTLU VE TÜYLERİMİZ


Zafer Mutlu, ''tüylerini diken diken eden'' bir şiir yayınlamış köşesinde. Şairi belli değilmiş... Benim tepkim ise farklı oldu şiire.

Midem bulandı.

 İnsanların umreye gitmesini aşağılayan şair, tek tipleştirmeye dikkat çekerken kendisi de aynı arzuyu iliklerinde hissetmiş, belli.

Başbakanı konu ediyor çaktırmadan...

 Milli bayramlarda yüzü coşkuyla gülmüyor diye suçluyor. Ulusal benliği silmek ile itham ediyor.

Ulusalcılar, dindarları o kadar dışladılar ki milli bayramlarda gülmeye çekinir hale geldi millet...

 Biraz da buralara baksanız...

Biraz da aynayı kendinize tutsanız, biz nerde hata yaptık deseniz... O zaman bugün yapılan bir yanlış varsa hesabını sormaya hakkınız olur.

 Ama siz o soruyu sorduğunuzda ''keşke daha çok baskı yapsaydık da bu adam bugün orada olamasaydı, keşke halkın seçimine şöyle bir müdahale ettirseydik'' dersiniz eminim.

Dini benliği silmeye kalktığınızı ve bunun hata olduğunu, dinin, sadece sizin uygun gördüğünüz formda değil, aslı ile insanların özel alanı olduğunu anlasaydınız.. Bugün benliğinizin silindiği iddianıza daha farklı sahip çıkabilir, vicdanlarda anlaşılabilirdiniz.

'' Öğrenciler umre'de ahlakı öğrenecek'' diye bu milletin kutsal inançları ile dalga geçen bir şiiri köşesine taşıyan yazar da, hala anlamıyor...

Başımıza ne geldiyse, bu ötekini aşağılama ve yok etme, bu tahammülsüzlük yüzünden geldi. Hala o nedenle geliyor.

Tüm dindarlara takiyeci deyip çıkıyorlar işin içinden.

Nereden biliyorsun adamın Allah'ın huzuruna beş vakit sahtekarlık için baş eğdiğini ey şair? Hangi vicdan bu kadar kolay bu yaftalamayı  kabul edebilir?

Medrese, mele deyince neden titriyorsun ey şair, tüylerin diken diken oluyor belki?  Neden bu düşmanlık?

'Beşikteki bebekler Arapça Hu çekecek' derken, Allah'a hitap olan Hu'yu mu aşağılıyorsun? Hu'yu mu bebeğin ağzına yakıştıramıyorsun?

Elbette çocuklar özgür iradesi ile dini seçsin, ama sen de, beşikteki bebelere din düşmanlığı aşılama o halde...

Özgür bırak....

Edebiyatı tartışmasız olan Arap dilini mi kendince aşağılıyorsun yoksa. O bebekler 3 yaşına gelince 'oh my God' dese, ona da şiir yazar mısın? Ki benim ona da saygım var, Hu'ya olduğu kadar...
Veya üç yaşında çocuğunu, İngilizce anaokuluna yollayanlara da  bu düşmanlığı hissediyor musun o silindiğini söylediğin ulusal bilincinde?

 ''Örtülü ödenek'' ve ''cinsi latif tahriki'' konularında ise şaire ölümüne hak verecekken, bu at gözlüğü ile bakış nedeni ile birkez daha görüyorum ki bu ülkede yağmurdan kaçarken doluya tutulacağız hep.

Ya dinden imandan İslamdan tüyü ürperenler savunacak cinsi latifi ve örtülü ödeneğin adil kullanımını... Ya da halkın dinine imanına saygısı olanlar, cinsli latif tahriki diye kendini aklayıp, örtülü ödenekten çalacak.

Bu arada şairimiz, şiirini atfettiği kişiden önceki liderlere de, örtülü ödenek şiiri yazdı mı merak etmekteyiz.

 Şiiri okuyunca tüyleri ürperen Mutlu'da, başka dönemlerin örtülü ödeneklerine giydiren şiirleri yayınlamış mıydı o dönemlerde? Arşivlerde bulamadım....
------------------------------
İŞTE O YAZI VE ŞİİR


Tüylerimi diken diken eden şiir...


Gençliğe Hitabe üzerinden Atatürk‘e saldıranlar, dindar gençlik yetiştirme tartışması derken beynimiz yine kaynama noktasına geldi.


Bu “gerilime” kendi açımdan bir günlük mola vermek ve “aruz vezniyle yazılmış bir taşlama”yı sizinle paylaşmak istiyorum. Bana da cuma günü bir okurum gönderdi ve okuyunca elektrik çarpmışa döndüm!

Şiirimizin şairi belli değil, “Aşık Kul Hakkı” mahlasını kullanıyor.

Bakalım siz neler hissedeceksiniz?

ZAT-I ŞAHANE’YE

Millet seni bekledi Sultan Fatih’ten beri,

Padişahım sayende tarihe döndük geri.

Suriye’yi fethettin, titrettin İsrail’i,

Umarım, Amerika bundan ders almış olsun.

Devrinde ne konuşan, ne kitap yazan kaldı,

Hırsızın, uğursuzun dosyaları aklandı.

Hainler (!) Silivri’ye, Hasdal’a postalandı,

Korkarım, zulmedecek kimse kalmamış olsun.

Bin değil, yüz bin mele az gelir memlekete,

Kurulmalı tez elden her köye bir medrese.

Örtülü ödenekten yesinler kese kese,

Her cemaat payını, hakça bölüşmüş olsun.

Sayende sindi terör, sıfır sorun netleşti,

Hem Sarkozy hem Merkel karşında cüceleşti.

İran demokrat oldu, Mısır tam laikleşti,

Dilerim ki ümmetin, dehanı sezmiş olsun.

Özel mahkemelerin el atıyor her işe,

Okunuyor rakibin beynindeki düşünce.

Muhalefet yönünden ters bir rüzgar esince,

Sabaha karşı eve polis gelmemiş olsun.

Beşikteki bebeler Arapça “hu” çekecek,

Öğrenciler umrede ahlakı öğrenecek.

Cinsel taciz, işkence tarihten silinecek,

Yeter ki cinsi latif, tahrik etmemiş olsun.

Dokunan yanıyormuş, bırak ben de yanayım,

Saflar ayrışıyorsa, Atatürk’ten yanayım.

Takiye yapmadım ki, gerçekten utanayım,

Boğazımdan bir lokma haram geçmemiş olsun.

Ulusal benliğimi silsen de perde perde,

Coşkuyla gülmesen de kutlu milli günlerde,

Şanla şerefle dolu yaşayan devrimlerde,

Yüreğimde tutuşan ateş sönmemiş olsun.

AŞIK KUL HAKKI

Zafer Mutlu

22 Ocak 2012 Pazar

NACİ KORU'DAN, SÜLEYMAN YAŞAR'A CEVAP

Süleyman Yaşar ve Dışişleri Bakanlığı Basın ile ilişkiler yöneticisi Naci Koru arasında bir görüş ayrılığı var. Yaşar'ın eleştirileri ve Koru'nun cevabını, Koru'nun bloğunda kaleme aldığı aşağıda yer alan yazıda bulabilirsiniz.
-------------

KİŞİ VE KURULUŞLARI KARALAMAK BU KADAR KOLAY OLMAMALI...

Sabah gazetesinin ekonomi yazarlarından Sayın Süleyman Yaşar 12 Ocak günü, “Dışişleri’nin vesayeti ne zaman kalkacak” başlığıyla bir köşe yazısı yayımladı. Yazıda, bundan seneler önce Şangay’daki bir Dışişleri mensubumuzun, askerlik erteleme işlemi için başvuran bir vatandaşımıza zorla İstiklal Marşımızı okutturduğu ifade ediliyor ve Dışişleri’nin vesayetçi zihniyetinin artık sona ermesi gerektiği vurgulanıyordu.

Yazının sert üslubu, gerek beni gerek kamu kurumları için bir zamanlar ileri sürülen “halka uzak, vatandaşa mesafeli” inancını yıkmaya çalışan mesai arkadaşlarımı son derece üzdü. Yazıda yer alan, “halayı siyasetçiye şirin görünmek için çekmişler, vatandaşı hor gören uygulamaya devam ediyorlar” ifadeleri de oldukça kırıcıydı.

Yazının yayınlandığı gün yazarını aradım; ama Türkiye dışında olduğu için kendisine ulaşamadım. Bunun üzerine hissiyatımı kısa bir mesaj ile kendisine ilettim. Bakanlık olarak, “yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızın dış temsilciliklerimizde karşılaştıkları sorunlara ilişkin tüm şikayetleri ciddiyetle araştırdığımızı, hatalı davranış içerisinde olanlar varsa bunların uyarıldığını, bazı görevlilerimizin de yanlış davranışlarından dolayı disiplin cezaları aldıklarını” yazdım. Ancak, “köşe yazısı üzerine dosyalarımızı incelediğimizi, iddia konusu olay hakkında zamanında Bakanlığımıza intikal etmiş bir şikayet bulamadığımızı” belirttim. Ayrıca, “zamanında şikayet konusu yapılmamış bir olayın aradan seneler geçtikten sonra bu şekilde itham edici bir üslupla Sabah gazetesinde yer almasının, mevzuata aykırı böyle bir hadiseden ötürü haksızca ve artık çok gerilerde kalmış bir anlayışla itham edilmemizin de bizi üzdüğünü” kaydettim.

Sağolsun Süleyman bey, mesajımı kısa sürede cevapladı, “sizi üzdüğüm için ben de üzüldüm” dedi. Ama sonuç olarak iddiasının arkasında da durdu. “Dışişleri Bakanlığının vatandaşa iyi hizmet vermediğini, dosyalarında bunun başka örnekleri de olduğunu” yazdı.

Hani meşhur bir hikaye vardır:
Bir gün bir yeniçeri, yakasına yapıştığı bir Yahudiyi duvara yaslar.
Yahudi sorar: İyi de ben sana ne yaptım?
Yeniçeri yanıtlar: Siz bizim İsa Efendimizi öldürmüşsünüz.
Yahudi şaşırır: “Tamam da" der, "bu benim mi suçum? Üstelik asırlar önce yaşanmış bir hadise!"
“Olabilir ama” der, yeniçeri; “benim yeni haberim oldu.”

Şangay Başkonsolosluğunda bir vatandaşa uzun yıllar önce zorla istiklal marşı okutulması olayı da işte böyle bir iddia. Zamanı belli değil, faili belli değil, mağduru belli değil. Ama ülkemizdeki önemli bir gazetenin tanınmış bir yazarı yaklaşık 10 yıl sonra “bir zamanlar böyle bir olay yaşanmıştı” diyerek dışişleri gibi bir kurumu suçlayabiliyor.

Aldığım bu cevap üzerine yeni bir açıklama gönderdim Süleyman beye. “Yazınızda ‘iki önceki konsolos dönemi’nde diye tanımladığınız zaman birimi 2001 - 2005 yılları arası olmalı. Neredeyse 10 yıl önce yaşandığı ileri sürulen bir olayın, doğruluğu hiç araştırılmadan konu edilmesini anlamakta zorlanıyorum. Biz bu konuda hiç bir şikayet mektubu bulamadık. Keşke yıllar sonra özel bir görüşmede bu konuyu size açan iş adamımız bu muameleye maruz kaldığında durumu kısa bir mesajla bize de iletseydi” dedim. “Takdir edersiniz ki, bu gibi, hiç bir şekilde tasvip edilmeyecek olaylar zaman zaman vuku bulabilir. Ama önemli olan, bunların ögrenildiğinde kurumun mudahale edip etmediği, haksızlıkları giderip gidermediğidir. Biz Dişişleri Bakanlığı olarak benzer şikayetleri aldıgımızda şikayet konularını titizlikle inceleyip gereğini yapıyoruz” diye yazdım.

Mesajımın sonunda kendisine bu olayı aktaran iş adamımızdan, aradan bu kadar yıl geçmis olmakla birlikte olayın yaşandığı tarih ve olayın ayrıntıları ile ilgili bilgileri bize iletmesini talep ettiğimizi, ayrıca açıklamalarımıza sütununda yer vermesini beklediğimizi ifade ettim.

Bu açıklamam ne yazık ki Sabah’ta yer almadı. Süleyman bey, bir mesaj daha göndererek beni “konunun önemini kavrayamamakla" suçladı. Bununla da yetinmedi ve bakın bizim çalışmalarımızı güncel gelişmelerle nasıl karşılaştırdı:

"On yıl önce yaşanan diyorsunuz. Doğruluğu araştırılıp araştırılmadan diyorsunuz; önce size 32 yıl önce yapılan 12 eylül darbesinin hesabının Ak parti hükümeti döneminde sorulduğunu hemen hatırlatayım. Şikayetçi olan kişi ve kişiler vatandaş. Sizin göreviniz bu şikayetlerin tekrarlanmaması için ilgili devlet memurunun tavrını düzeltmesini sağlamaktır. Benim görevim kamu hizmeti alan vatandaşın şikayetini kamu hizmeti veren birime bildirmektir. Ben süzgeçten geçirmek, sansürlemek ya da size şikayeti var mı yok mu bunu araştırmakla mükellef değilim. Ben görevimi yaptım siz de görevinizi yapmalısınız.Bakanlığımızın basın ile ilişkilerinden de sorumlu olan bir yönetici olarak bu mesajdan sonra değerli Sabah yazarı ile yazışmalarımıza devam etmenin bir anlam taşımayacağı kanaati oluştu bende. İddia ile ilgili açıklamamıza basın ahlakı gereği gazetede yer verilmesini bekliyordum, ama aradan on gün geçmiş olmasına rağmen bu beklentim gerçekleşmedi. Bu şekilde gazetelerdeki ombudsmanlık hizmetinin de iyi çalışmadığını üzüntüyle görmüş oldum ve bundan üzüntü duydum. Benim gibi sosyal medyayı etkin bir şekilde kullanan kişiler için belki bu tür yanlış haber ve yorumlar karşısında görüş yazmak mümkün. Ama bu imkanı olmayan kişi ve kurumlar ne yapmalı?

Hiç bir dayanağı olmayan iddialar ile kişi ve kuruluşları karalamak bu kadar kolay olmamalı diye düşünüyorum.
.
Naci Koru

7 Ocak 2012 Cumartesi

HALA VİCDANIM VAR...

Özkök, Hürriyet'in vakti zamanında okullarda başörtü için attığı ''411 el kaosa kalktı'' manşeti ile Taraf Gazetesi'nin Uludere için attığı ''Devlet halkını bombaladı'' başlığını aynı kefeye koymaya kalkmış. Ne diyelim. Asla anlamayacak aradaki farkı, o manşetin halkın iradesini baltaladığını. Veya anlamamazlıktan geliyor. O'na göre Devlet halkını bombaladı demek de fitne. 411 el kaosa kalktı derken, kaos çağrısı yaptığını, hedef gösterdiğini itiraf ediyor.

Halbuki o başlık, ''kaosa'' ifadesi ile salt yorumken, Devlet halkını bombaladı başlığı, sadece bir gerçeği ifade ediyor. Bombalamanın bilerek veya bilmeyerek olduğu kısmını ise yorumsuz okuyucuya bırakıyor. Biri halkın hakkını savunyor, haberi veriyor, diğeri halkın iradesi Milletvekilleri'nin milletin meclisinde oy kullanmasını sabote ederek, kaosla engellemeyi hedefliyor.

Özkök şimdi de kendine bir arkadaş bulmuş gibi seviniyor. Ama olmamış. Taraf'ın manşeti, Hürriye''in kaos manşetinden, daha hafif, daha masum ve en önemlisi daha adil. Edebiyatı ise her zamanki gibi güçlü.

Hala vicdanı olan varsa soruyorum demiş. Sorularına kısaca cevap verdiğimi zannediyorum.

----------------------------

İŞTE ÖZKÖK'ÜN O EŞLEŞTİRMEYİ YAPTIĞI YAZISI:

Öyle melun bir kafa ki, durmuyor
- Neydi o manşet?
Hani Uludere’deki o elim olaydan sonra “Taraf” gazetesinin attığı manşet?
“Devlet halkını bombaladı...”
Sen ki, ey büyük Türk devleti ve onun bugünkü sahipleri...
Yut ki yutabilirsen...
Yutamıyor musun? Tavsiyem, kızılcık şerbeti yap, iç...
* * *
-  Dün Hürriyet’te Sedat Ergin’i okuyorum.
Hepimiz mutabıkız, düzgün bir gazeteci, ilkeleri var. Odur budur diye bakmaz.
Tabii ki yapılması gerekeni yapıyor.
“Taraf”ın manşetinden değil, ama basından yana çıkıyor.
“Söz konusu gazete haberinde hatalı olabilir” diyor, arkasından ekliyor:
“Ancak hata olması, bir demokraside Başbakan’a muhabirleri, yazarları ve gazeteleri hedef gösterme ayrıcalığı vermez” diyor.
Doğru mu söylüyor?
Bana göre doğru, başkasına göre doğru olmayabilir...
-  Bu manşet, Başbakan’a onu yapma ayrıcalığı vermez, ama bana şu mütevazı soruyu sorma hakkını verir.
* * *
Ey, sen geçmişin manşetleri üzerinden recm üstüne recm yapan, eli taşlı, dili sopalı arkadaş...
Ey sen, elinden gelse, “411 el kaosa kalktı” manşetinden, kallavi bir darağacının üç bacağını imal edecek kafa...
Söyle bana ne düşünüyorsun “Taraf”ın bu manşeti hakkında?
Bak ne diyor: “Devlet halkını bombalamış...”
Söyle bana, bu laf, diline pelesenk ettiğin “411 el kaosa kalktı” lafından daha mı hafif, daha mı masum, daha mı adil..
İlahi bir güçten aldığı yetkiyle, o ilahi güç neyse, onun baltası kesilen; o gazeteciyi bu gazeteciyi her gün hapislere, sürgünlere, maltalara gönderen, elinden gelse darağacına çekecek, ileri demokrat arkadaş...
Sana soracaktım, vazgeçtim, sormuyorum.
Hâlâ vicdanı kalan varsa, ona soruyorum.
Hadi söyleyin, arada bir fark var mı?
Var...
411 milletvekili, elini bilerek kaldırmıştı.
Devlet o elim, elim olduğu kadar vahim hatayı, bilerek yapmadı...
* * *
Gelelim o “411 el kaosa kalktı” manşetine...
O gün ne demiştim? “Türbanlı kızlar üniversiteye girsin. Ama bunu Anayasa ile çözmeyin.”
Aynı sözü, Anayasa Mahkemesi Başkanı da söylemişti.
Peki bugün ne oldu?
Türbanlı kızlar artık rahatça üniversiteye girebiliyor mu?
Giriyor.
Peki bunun için Anayasa’nın değişmesi gerekti mi?
Gerekmedi.
* * *
Sense o gün ne demiştin?
“Milletin 411 seçilmiş temsilcisinin kaldırdığı el için sen nasıl da böyle bir şey diyebilirsin?”
Ben de demiştim ki, kalkmış eller vekil elidir. Kutsal el değildir. İnsan elidir.
Bak, aynı seçilmiş eller, maaşlarını yükseltmek için kaldırıldığında sen bile ne manşetler attın.
Ağzına gelen neleri söyledin.
Demek ki neymiş?
“Devlet halkını bombaladı” manşeti de, demokrasinin parçasıymış.
Demek ki, neymiş?
Manşet hatalı da olsa, basın özgürlüğünün parçasıymış.
* * *
İşte o yüzden diyorum...
Şu kafa var ya, şu benim kafa; öylesine melun bir kafa ki, yerinde duramıyor, kabına sığamıyor...
Fıldır fıldır dönüyor.
Görüyor, hatırlıyor...
Ee tabiatıyla hatırlatıyor...