22 Ocak 2012 Pazar

NACİ KORU'DAN, SÜLEYMAN YAŞAR'A CEVAP

Süleyman Yaşar ve Dışişleri Bakanlığı Basın ile ilişkiler yöneticisi Naci Koru arasında bir görüş ayrılığı var. Yaşar'ın eleştirileri ve Koru'nun cevabını, Koru'nun bloğunda kaleme aldığı aşağıda yer alan yazıda bulabilirsiniz.
-------------

KİŞİ VE KURULUŞLARI KARALAMAK BU KADAR KOLAY OLMAMALI...

Sabah gazetesinin ekonomi yazarlarından Sayın Süleyman Yaşar 12 Ocak günü, “Dışişleri’nin vesayeti ne zaman kalkacak” başlığıyla bir köşe yazısı yayımladı. Yazıda, bundan seneler önce Şangay’daki bir Dışişleri mensubumuzun, askerlik erteleme işlemi için başvuran bir vatandaşımıza zorla İstiklal Marşımızı okutturduğu ifade ediliyor ve Dışişleri’nin vesayetçi zihniyetinin artık sona ermesi gerektiği vurgulanıyordu.

Yazının sert üslubu, gerek beni gerek kamu kurumları için bir zamanlar ileri sürülen “halka uzak, vatandaşa mesafeli” inancını yıkmaya çalışan mesai arkadaşlarımı son derece üzdü. Yazıda yer alan, “halayı siyasetçiye şirin görünmek için çekmişler, vatandaşı hor gören uygulamaya devam ediyorlar” ifadeleri de oldukça kırıcıydı.

Yazının yayınlandığı gün yazarını aradım; ama Türkiye dışında olduğu için kendisine ulaşamadım. Bunun üzerine hissiyatımı kısa bir mesaj ile kendisine ilettim. Bakanlık olarak, “yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızın dış temsilciliklerimizde karşılaştıkları sorunlara ilişkin tüm şikayetleri ciddiyetle araştırdığımızı, hatalı davranış içerisinde olanlar varsa bunların uyarıldığını, bazı görevlilerimizin de yanlış davranışlarından dolayı disiplin cezaları aldıklarını” yazdım. Ancak, “köşe yazısı üzerine dosyalarımızı incelediğimizi, iddia konusu olay hakkında zamanında Bakanlığımıza intikal etmiş bir şikayet bulamadığımızı” belirttim. Ayrıca, “zamanında şikayet konusu yapılmamış bir olayın aradan seneler geçtikten sonra bu şekilde itham edici bir üslupla Sabah gazetesinde yer almasının, mevzuata aykırı böyle bir hadiseden ötürü haksızca ve artık çok gerilerde kalmış bir anlayışla itham edilmemizin de bizi üzdüğünü” kaydettim.

Sağolsun Süleyman bey, mesajımı kısa sürede cevapladı, “sizi üzdüğüm için ben de üzüldüm” dedi. Ama sonuç olarak iddiasının arkasında da durdu. “Dışişleri Bakanlığının vatandaşa iyi hizmet vermediğini, dosyalarında bunun başka örnekleri de olduğunu” yazdı.

Hani meşhur bir hikaye vardır:
Bir gün bir yeniçeri, yakasına yapıştığı bir Yahudiyi duvara yaslar.
Yahudi sorar: İyi de ben sana ne yaptım?
Yeniçeri yanıtlar: Siz bizim İsa Efendimizi öldürmüşsünüz.
Yahudi şaşırır: “Tamam da" der, "bu benim mi suçum? Üstelik asırlar önce yaşanmış bir hadise!"
“Olabilir ama” der, yeniçeri; “benim yeni haberim oldu.”

Şangay Başkonsolosluğunda bir vatandaşa uzun yıllar önce zorla istiklal marşı okutulması olayı da işte böyle bir iddia. Zamanı belli değil, faili belli değil, mağduru belli değil. Ama ülkemizdeki önemli bir gazetenin tanınmış bir yazarı yaklaşık 10 yıl sonra “bir zamanlar böyle bir olay yaşanmıştı” diyerek dışişleri gibi bir kurumu suçlayabiliyor.

Aldığım bu cevap üzerine yeni bir açıklama gönderdim Süleyman beye. “Yazınızda ‘iki önceki konsolos dönemi’nde diye tanımladığınız zaman birimi 2001 - 2005 yılları arası olmalı. Neredeyse 10 yıl önce yaşandığı ileri sürulen bir olayın, doğruluğu hiç araştırılmadan konu edilmesini anlamakta zorlanıyorum. Biz bu konuda hiç bir şikayet mektubu bulamadık. Keşke yıllar sonra özel bir görüşmede bu konuyu size açan iş adamımız bu muameleye maruz kaldığında durumu kısa bir mesajla bize de iletseydi” dedim. “Takdir edersiniz ki, bu gibi, hiç bir şekilde tasvip edilmeyecek olaylar zaman zaman vuku bulabilir. Ama önemli olan, bunların ögrenildiğinde kurumun mudahale edip etmediği, haksızlıkları giderip gidermediğidir. Biz Dişişleri Bakanlığı olarak benzer şikayetleri aldıgımızda şikayet konularını titizlikle inceleyip gereğini yapıyoruz” diye yazdım.

Mesajımın sonunda kendisine bu olayı aktaran iş adamımızdan, aradan bu kadar yıl geçmis olmakla birlikte olayın yaşandığı tarih ve olayın ayrıntıları ile ilgili bilgileri bize iletmesini talep ettiğimizi, ayrıca açıklamalarımıza sütununda yer vermesini beklediğimizi ifade ettim.

Bu açıklamam ne yazık ki Sabah’ta yer almadı. Süleyman bey, bir mesaj daha göndererek beni “konunun önemini kavrayamamakla" suçladı. Bununla da yetinmedi ve bakın bizim çalışmalarımızı güncel gelişmelerle nasıl karşılaştırdı:

"On yıl önce yaşanan diyorsunuz. Doğruluğu araştırılıp araştırılmadan diyorsunuz; önce size 32 yıl önce yapılan 12 eylül darbesinin hesabının Ak parti hükümeti döneminde sorulduğunu hemen hatırlatayım. Şikayetçi olan kişi ve kişiler vatandaş. Sizin göreviniz bu şikayetlerin tekrarlanmaması için ilgili devlet memurunun tavrını düzeltmesini sağlamaktır. Benim görevim kamu hizmeti alan vatandaşın şikayetini kamu hizmeti veren birime bildirmektir. Ben süzgeçten geçirmek, sansürlemek ya da size şikayeti var mı yok mu bunu araştırmakla mükellef değilim. Ben görevimi yaptım siz de görevinizi yapmalısınız.Bakanlığımızın basın ile ilişkilerinden de sorumlu olan bir yönetici olarak bu mesajdan sonra değerli Sabah yazarı ile yazışmalarımıza devam etmenin bir anlam taşımayacağı kanaati oluştu bende. İddia ile ilgili açıklamamıza basın ahlakı gereği gazetede yer verilmesini bekliyordum, ama aradan on gün geçmiş olmasına rağmen bu beklentim gerçekleşmedi. Bu şekilde gazetelerdeki ombudsmanlık hizmetinin de iyi çalışmadığını üzüntüyle görmüş oldum ve bundan üzüntü duydum. Benim gibi sosyal medyayı etkin bir şekilde kullanan kişiler için belki bu tür yanlış haber ve yorumlar karşısında görüş yazmak mümkün. Ama bu imkanı olmayan kişi ve kurumlar ne yapmalı?

Hiç bir dayanağı olmayan iddialar ile kişi ve kuruluşları karalamak bu kadar kolay olmamalı diye düşünüyorum.
.
Naci Koru

7 Ocak 2012 Cumartesi

HALA VİCDANIM VAR...

Özkök, Hürriyet'in vakti zamanında okullarda başörtü için attığı ''411 el kaosa kalktı'' manşeti ile Taraf Gazetesi'nin Uludere için attığı ''Devlet halkını bombaladı'' başlığını aynı kefeye koymaya kalkmış. Ne diyelim. Asla anlamayacak aradaki farkı, o manşetin halkın iradesini baltaladığını. Veya anlamamazlıktan geliyor. O'na göre Devlet halkını bombaladı demek de fitne. 411 el kaosa kalktı derken, kaos çağrısı yaptığını, hedef gösterdiğini itiraf ediyor.

Halbuki o başlık, ''kaosa'' ifadesi ile salt yorumken, Devlet halkını bombaladı başlığı, sadece bir gerçeği ifade ediyor. Bombalamanın bilerek veya bilmeyerek olduğu kısmını ise yorumsuz okuyucuya bırakıyor. Biri halkın hakkını savunyor, haberi veriyor, diğeri halkın iradesi Milletvekilleri'nin milletin meclisinde oy kullanmasını sabote ederek, kaosla engellemeyi hedefliyor.

Özkök şimdi de kendine bir arkadaş bulmuş gibi seviniyor. Ama olmamış. Taraf'ın manşeti, Hürriye''in kaos manşetinden, daha hafif, daha masum ve en önemlisi daha adil. Edebiyatı ise her zamanki gibi güçlü.

Hala vicdanı olan varsa soruyorum demiş. Sorularına kısaca cevap verdiğimi zannediyorum.

----------------------------

İŞTE ÖZKÖK'ÜN O EŞLEŞTİRMEYİ YAPTIĞI YAZISI:

Öyle melun bir kafa ki, durmuyor
- Neydi o manşet?
Hani Uludere’deki o elim olaydan sonra “Taraf” gazetesinin attığı manşet?
“Devlet halkını bombaladı...”
Sen ki, ey büyük Türk devleti ve onun bugünkü sahipleri...
Yut ki yutabilirsen...
Yutamıyor musun? Tavsiyem, kızılcık şerbeti yap, iç...
* * *
-  Dün Hürriyet’te Sedat Ergin’i okuyorum.
Hepimiz mutabıkız, düzgün bir gazeteci, ilkeleri var. Odur budur diye bakmaz.
Tabii ki yapılması gerekeni yapıyor.
“Taraf”ın manşetinden değil, ama basından yana çıkıyor.
“Söz konusu gazete haberinde hatalı olabilir” diyor, arkasından ekliyor:
“Ancak hata olması, bir demokraside Başbakan’a muhabirleri, yazarları ve gazeteleri hedef gösterme ayrıcalığı vermez” diyor.
Doğru mu söylüyor?
Bana göre doğru, başkasına göre doğru olmayabilir...
-  Bu manşet, Başbakan’a onu yapma ayrıcalığı vermez, ama bana şu mütevazı soruyu sorma hakkını verir.
* * *
Ey, sen geçmişin manşetleri üzerinden recm üstüne recm yapan, eli taşlı, dili sopalı arkadaş...
Ey sen, elinden gelse, “411 el kaosa kalktı” manşetinden, kallavi bir darağacının üç bacağını imal edecek kafa...
Söyle bana ne düşünüyorsun “Taraf”ın bu manşeti hakkında?
Bak ne diyor: “Devlet halkını bombalamış...”
Söyle bana, bu laf, diline pelesenk ettiğin “411 el kaosa kalktı” lafından daha mı hafif, daha mı masum, daha mı adil..
İlahi bir güçten aldığı yetkiyle, o ilahi güç neyse, onun baltası kesilen; o gazeteciyi bu gazeteciyi her gün hapislere, sürgünlere, maltalara gönderen, elinden gelse darağacına çekecek, ileri demokrat arkadaş...
Sana soracaktım, vazgeçtim, sormuyorum.
Hâlâ vicdanı kalan varsa, ona soruyorum.
Hadi söyleyin, arada bir fark var mı?
Var...
411 milletvekili, elini bilerek kaldırmıştı.
Devlet o elim, elim olduğu kadar vahim hatayı, bilerek yapmadı...
* * *
Gelelim o “411 el kaosa kalktı” manşetine...
O gün ne demiştim? “Türbanlı kızlar üniversiteye girsin. Ama bunu Anayasa ile çözmeyin.”
Aynı sözü, Anayasa Mahkemesi Başkanı da söylemişti.
Peki bugün ne oldu?
Türbanlı kızlar artık rahatça üniversiteye girebiliyor mu?
Giriyor.
Peki bunun için Anayasa’nın değişmesi gerekti mi?
Gerekmedi.
* * *
Sense o gün ne demiştin?
“Milletin 411 seçilmiş temsilcisinin kaldırdığı el için sen nasıl da böyle bir şey diyebilirsin?”
Ben de demiştim ki, kalkmış eller vekil elidir. Kutsal el değildir. İnsan elidir.
Bak, aynı seçilmiş eller, maaşlarını yükseltmek için kaldırıldığında sen bile ne manşetler attın.
Ağzına gelen neleri söyledin.
Demek ki neymiş?
“Devlet halkını bombaladı” manşeti de, demokrasinin parçasıymış.
Demek ki, neymiş?
Manşet hatalı da olsa, basın özgürlüğünün parçasıymış.
* * *
İşte o yüzden diyorum...
Şu kafa var ya, şu benim kafa; öylesine melun bir kafa ki, yerinde duramıyor, kabına sığamıyor...
Fıldır fıldır dönüyor.
Görüyor, hatırlıyor...
Ee tabiatıyla hatırlatıyor...