11 Aralık 2011 Pazar

AMERİKA'YA HAYRAN OLAN YAZAR HAKLI MI?



Bence haklı. Yazdığı konuda bazı şeyleri Amerika'ya ilk kez giden ergenlik çağının sonlarındaki genç gözü ile görmüş gibi olsada. Ya da Sofi'nin dünyasında anlatılan, tavşanın dibindeki pirenin, tüylerin üstüne çıkıp dünyaya hayran hayaran bakışı gibi gelsede kulağa yazdıkları... Middle East Studies Association of North America üyesi bir yazar için bu durumu böyle basit ifade etmek de ayrı bir yetenek.

Yazarın temel çıkarımı bilgiye ve yaratıcılığa en çok değer biçen ülke Amerika. Birde seçkincilik artık sermayeye değil bilgiye sahip olmakla ilgili bir durum.

 Ben konuya Türkiye'de bilgiye ve yaratıcılığa verilen değer açısından yaklaşarak bir okuma yapmanızı öneriyorum.

Sabah yazarı Hasan Bülent Kahraman bu yazıdan sonra ABD Büyükelçilğince ödüllendirilir mi bilinmez, kendisini yaftalanmayı göze alıp görüşlerini yazmaya cesaret ettiği için kutlayarak sizleri yazı ile başbaşa bırakıyor, yorumlarınızı bekliyorum...

------------------

ÇOK BİLGİ ÇOK AMERİKA


 Herkes kendi Amerika'sını yaşıyor. Burada konuşulan dilin tabiriyle DC'nin yaniWashington'un Amerika'sıyla New York 5. Cadde'nin "kokoş" Amerika'sı aynı mı? Orta Batı'da Allah'ın unuttuğu bir "cowboy" kasabasıyla LA'nin meşhur/lar mahallesi Hollywood nasıl bir olabilir?
Ben bilginin Amerika'sını yaşıyorum. Öncelikle üniversite kampusları demek bu. Ama işi bilgi üretimiyse hayatın her anına, sokağın her köşesine bucağına bu gözle bakıyor insan. Sosyal bilimler, politika, sanat ve kültür benim bilgiyi izlediğim, kovaladığım dünya. Ama şimdi kısa aralıklarla gelip giderken gözüme teknolojinin Amerika'sı çarpıyor. Daha çoklukla. Öncelikle.
Bunda yeni veya şaşacak bir şey yok. Yüksek teknoloji bilgisinin hayata uygulanması, alete dönüştürülmesi demek olan Brookstone mağazalarına girmese ve sadece gündelik alışverişin yapıldığı CVS, Duane Reade gibi mağazalarda dolaşsa da, süper marketlerde gezse de teknolojinin yani uygulanmış bilginin düzeyi karşısında insan takılıp kalıyor.




***

Bunu muhayyile ve yaratıcılık sağlıyor. Yeryüzünde insan muhayyilesine buradaki kadar para ödeyen ikinci bir ülke yok. Yaratıcılık dünyanın hiçbir yerinde Amerika'daki değere sahip değil. Şimdi Steve Jobs, Mark Zuckerberg, Bill Gates nedeniyle Amerika dışındaki insanların adını duyfuğu şu "garaj kültürü"gündelik hayatın en önemli parçası burada. Herkes kapanır evin garajında bir şeylerle uğraşır. En ücra kasabalarda başka bir şeye değil de karşıma çıkan bir kişinin "icatçıyım" demesine şaşırmışımdır. 1960'ların ikinci yarısından başlayarak yetiştiğim yıllarda Amerika uzay teknolojisi aracılığıyla bir kere daha teknoloji patlaması yaşıyordu ve dergilerde en çok "patent dairesi" ve mucit karikatürleriyle karşılaşıyorduk.




***

Ama şimdi onu da aşan ve Gates-Jobs ikilisinin kurduğu yepyeni bir dünya var: bilgisayar dünyası. Buradayken gündelik hayatımı "içinde" yaşadığım ipad'im bozuldu. Bir Apple mağazasına gittim. Beni "dâhiler barı"na (genius bar) aldılar. Etrafta her birisi başka bir kültürle yoğrulmuş 20'li yaşlarında gençler vardı. Bilgisayar dâhisi çocuklar. Onu bırakalım sadece ellerindeki alet dünyaya değer. Her şeyi bir tek aletle yapıyorlar. Hayat o kadar basitleştirilmiş.
Bir süre önce MIT laboratuvarlarında, televizyonun "kasasından", ekranından tamamen kurtarıldığını, bütün sahnelerin "boşlukta", yani mekânın içinde üç boyutlu olarak "tecessüm" ettiğini gördüm. Üç boyutlu (3D) televizyona ve görüntüye neredeyse her yerde geçilmiş durumda. Bütün bu teknolojinin getirdiği o farklı duyuş, yaşama tarzı, tavır, tepki ise hayatı bizim bildiğimiz, alıştığımız, sıradan gündelik gerçeğin çok ötesine taşıyor. Dil, giyim kuşam, zevk buna bağlı olarak değiştikçe değişiyor.




***

Bütün bunlar işte bilginin Amerika'sı. Evet, sadece yüksek teknoloji değil, sıradan gibi gelen her türden davranış bilgiyi ve onun koşulu olan eğitimi içeriyor. Otelin önündeki inşaatta çalışan işçilere bakıyorum. Attıkları her adımın nasıl biredinilmiş bilgiyle yüklü olduğunu bana eski mühendis yanım anlatıyor. Trafik polisinin davranışı bundan farklı değil. Lokantada mönünün şehvetine kapılıp ısmarladıklarımızı elinde kalem önce düşünüp sonra, "bu kadar yemek yenmez ayrıca tatlar bakımından da bu seçim yanlış, müsaade ederseniz şunları iptal edeceğim" diyen gencecik, dünya güzeli kızın tepkisi de aynı kökten sürüyor.
Bütün bunlar bilginin enformasyondan farkıyla ilgili. Bilgi artık dünyanın en önemli değeri. Seçkin artık sermayeye değil bilgiye sahip olan demek. Harvard Business Review geleceğin firmalarının yapısal özelliklerini anlatır ve stratejilerini sıralarken "danışman kullanmayı" birinci sırada sayıyor. Kapitalist sermayeyi, bazı insanlar da bilgiyi biriktiriyor. Amerika ikincisi olmadan birincisinin yaratılamayacağını öğrendiği ve uyguladığı gün Amerika olmaya başladı. İhracatında birinci sırayı hâlâ eğitim çekiyor, teknoloji derseniz, işte o da bilgidir diyorum.

Hasan Bülent Kahraman/ Sabah

10 Aralık 2011 Cumartesi

TARAF'TAN DİKKATE DEĞER ALINTILAR

Psikopos Josip Juraj Strossmayer, Alman etnik kökene sahip Hırvatistan'da yaşamış bir psikopos. Bir din ve siyaset adamı. 1800 lerde, uzun süre siyasi liderlik yaparak ülke yönetiminde yeni politikalar hayata geçirmeye çalışmış biri. Türkleri, Doğu Avrupa'ya taşıdığı bazı karakteristik özellikleri ile analiz ediyor.

 Taraf yazarı Roni Margules bugün Strossmayer'in Türklere dair bir analizini alıntılıyor.
Batı'yı değiştiklerine inandırmak isteyen Osmanlı portresini bugün ile karşılaştırmış Margules. Ama ben bu tespitlerin bu kadar önemli bir sonuç için kullanılmasından ziyade, bizzat kendisini önemsiyorum. Irkçı bir genelleme gibi gelebilir ama samimiyetle katılmak da mümkün.

 Strossmayer şöyle diyor:

Turklerin tarihi üç korkunc kelime ile yazılmıştır:

Aptalca bir kibir ve tembellik, arsız ve çok zaman gayri tabii bir şehvet ve nihayet bunlara eşlik eden korkunç bir zulüm ve istibdat.

Temiz bir yonetim sistemi için gerekli çalışkanlık ve dürüstlüğün zerresinden bile mahrumlar.

Herhangi birşey yaratmaktan tamamen aciz olan Türk ırkı, sadece yıkma yeteneğine sahiptir.

Etrafınıza bir bakın, karar sizin.

-------------

Ümit Kıvanç ise Taraf'taki köşesinde şike tartışmalarına göndermede bulunurken şöyle bir Türkiye tanımı yapıyor:

Türkiye, deprem yardım kolisinin içine, taş, sopa, kirli don koyup gönderen kimseye hiçbirşeyin olmadığı, (burada müdahil olacağım Kıvanç'a; halkı kin ve düşmanlığa tahrik diye bir suç ile insanların tutuklandığı bir ülke) bunu öğrenen kamu vicdanının çıtının çıkmadığı bir ülkedir.
 Bu hal ve şart altında dahi, sayın ve muhterem milletvekilleri, şikecileri kurtarma operasyonunuz yadırganıyor, daha da siz düşünün artık.

Kıvanç nazik bir dille kamu vicadnını hatırlatıyor. Ancak şikecilerin ağır cezalar alması da kamu vicdanını rahatsız edecekti. Burada bir soru(n) var. Asıl sorun bu. Hangi kamu?

 Nezaman birimiz hepimiz, birimizin hakkı/hakları hepimizin hakkı olarak algılanacak?

-----------------------
Birde sonuna geldiğimiz haftanın önemli olayı Eymür'ün ifadeleri. Aslında yeni şeylere girmeye gerek yok.Orhan Miroğlu, Taraf'taki yüzleşme adlı köşesine, konuya Haluk Kırcı'nın ifadelerini aktararak giriyor. Mehmet Ağar'a dikkat çeken ifadelere yer veriyor özellikle. Musa Anter cinayetine dair Eymür'ün aydınlatabileceklerinin, bugün için önemini vurguluyor. Çatlı mevzuuna da girmiş elbette. Yasadışı şiddet yöntemlerini kullananalardan hesabı görülür olanlar ve görülemez olanlar şeklinde bir ayrım olmamalı. Faili meçhule göz yumanlar, üst düzey yöneticiler de dahil, ceza alamayacaksa, ne anlamı var?

6 Aralık 2011 Salı

ABANT PLATFORMU, ARAP GAZETECİLER VE ÖZELEŞTİRİ...

Zirve Üniversitesi ile Abant Platformu'nun, Dış politika gündemli olarak Gaziantep'te düzenlediği toplantıya çok sayıda yabancı gazeteci katılmış. Özellikle de Arap gazeteciler.

 Zaman Gazetesi yazarı Bülent Korucu'nun bugünkü yazısı önemli bir tespit içeriyor. Ki Zaman grubu içinden özeleştiri az çıkar. Eleştiriye uğramaları vicdanları rahatsız eden, hatasız oldukları konularda da linç ile karşılaştıkları için belki de. Bilemiyorum.

Velhasıl Zaman Gazetesi yazarı Bülent Korucu ise hem bazı gazetecilere dolaylı olarak da Türk Dış politikasına dair bir özeleştiride bulunmuş katıldığı toplantıda edindiği izlenimlerden yola çıkarak. ''İhtisas alanım dış politika değil'' diyen bu gazeteci arkadaşımızın tespiti yazısının sonunda saklı. ''İğneyi kendimize batıralım'' derken Türk dış politika çevrelerini ve meslaktaşlarına sesleniyor diye düşündüm. Araplar'ın Türkiye rahatsızlığına değiniyor taze taze yaptığı gözlemler üzerinden. Önemsediğim için paylaşıyorum:

YALANCI BAHAR KORKUSU
Arap Baharı son zamanlarda en sık duyduğumuz kavramlardan. Hafta sonu bu kavramın bütün boyut ve taraflarıyla konuşulduğu bir toplantı yapıldı. Abant Platformu'nun Zirve Üniversitesi'yle birlikte Gaziantep'te düzenlediği toplantıya hemen bütün ülkelerden yazar ve akademisyenler katıldı.
Toplantı, ihtisas alanı dış politika olmayan benim için ilginç ve öğreticiydi. Türk medyasında genelde temenni, hayal veya korkuları okuyoruz. Ama gerçeklik nispetini test etme şansı bulamıyorduk. Abant Platformu'nda temenni ve korkuların sadece Arap aydınları içinde değil, İsrail, ABD veya Rus aydınlar arasında nasıl algılanıp yorumlandığını bir nebze görebildik.
'Arap Baharı' nitelemesinden neredeyse bütün tarafların hoşnutsuzluğu dikkat çekti. Araplar, bahar kelimesinin yaptıkları işi tasvir ve tarif etmekte yetersiz kaldığını düşünüyor. Devrim gibi daha itibarlı isimlendirmeleri hak ettiklerini düşünüyorlar. Dile getirmedikleri bir hissimi de paylaşayım; biraz da yalancı bahar olmasından korkuyorlar. Aldatıcı güneşe kanıp çiçek açanların başına gelenlerden endişe ediyorlar. Bahar denince Sovyet işgali ve demir yumruğu ile hatıralarda yer eden Prag'ı anıp karamsar olmak mümkün. Daha yakın zamanda 'turuncu devrim'lerin sebep olduğu inkisar-ı hayali de unutmayalım. Devir değişti, dünya eski dünya değil denebilir. Yine de yalancı bahar tedirginliğini yabana atmamak lazım.
Açıkçası dile getirilmeyen ve belki şuuraltında ötelenmeye çabalanan korku bende de var. Bizim nefesimizle hohlaya hohlaya 60 yılda eritmeye çalıştığımız buzdağını onlar, yaktıkları ateşle bir anda eritmek istiyor. 'Başarabilirler mi, buzdağı kendinden biraz feragat ederek ateşi söndürebilir mi, ya da ortaya çıkan sel umulmadık limanlara sürükler mi?' gibi ciddi sorular cevap bekliyor. O ülkelerdeki askerî vesayet ve elindeki rantı bırakmak istemeyen bürokratik oligarşi, en az bizdeki kadar güçlü. Araplar, modern firavunlarını yıktıkları iddiasındalar. Fakat hepimiz biliyoruz ki firavunun yakın çevresi ondan daha tehlikeli olabilir. Firavunu ilahlığa ikna eden ve bunu halka dayatarak aslında kendi iktidarlarını kuran o yakın çevre, yani bürokratik oligarşi henüz dipdiri ve ayakta. Hatta Arap katılımcıların itiraf ettiği üzere geçiş dönemini eski elitler yürütüyor. Bizim bürokratik oligarşi diye tanımladığımız eski elitler ve onların uluslararası bağlantıları, yeni dönemi lehine çevirmek için boş durmayacak. Geçen yıl Kaddafi'ye Paris'in göbeğinde çadır kurduran Fransa'nın muhaliflerle birlikte savaşması kara kaş kara göz hatırına olabilir mi? Sokaklardaki gençler ve kürsülerdeki aydınlar çelişkili duygular yaşıyor. Uluslararası camianın devrimlerine psikolojik destek ve ihtiyaç duyulduğunda fiili müdahale ile yardım etmesini istiyor. Aynı anda tamamen bağımsız oldukları ve öyle kalacaklarını ileri sürüyorlar. Tam burada Batı'nın bahar endişesi başlıyor. Nasıl Arap sokakları yalancısından korkuyorsa Batılı aktörler de gerçek bahardan kaygılanıyor. En sıcak ve öncelikli mesele olan siyasi dönüşümler konuşuluyor. Ancak yeni siyasi yapı ve oyuncuların aynı zamanda ekonomik ve sosyal dönüşümün itici gücü olacağı gerçeğini kimse göz ardı etmiyor. Siyasi dönüşümün küresel oyunculara ekonomik maliyeti küçümsenecek mesele değil. Bugüne kadar her çeşit rejimle samimi ilişkiler kurmaları, bundan sonra da kendi çıkarlarını önceleyeceklerinin işareti.
Abant Toplantısı'nda dikkatimi bazı katılımcılardaki Osmanlı kompleksi çekti. "Türkiye bizim için model değil, yeniden Osmanlı eyaleti olmayacağız" cümlelerinin altını özenle çizdiler. Umarım aynı delikten yeniden ısırılmazlar. Osmanlı'dan kurtulduk derken en acımasız sömürgecilerin eline düşmüşlerdi. Türkiye'ye eyvallah etmiyoruz psikolojisi inşallah yeni maceralara sürüklemez. Burada iğneyi kendimize batıralım; bazılarımız söz konusu havanın oluşmasına fazlasıyla katkı yapıyor. Ne yazık ki Orta Asya'daki hatalarımızı tekrarlıyoruz.

Bülent Korucu-ZAMAN

HÜRRİYET'TEN RAHMİ TURAN'IN İSKİLİP'Lİ ATIF YAZISINA CEVAP

Yeni Şafak gazetesinden Abdullah Muradoğlu, Hürriyet'ten Rahmi Turan'ın, yazısında, Atıf Hoca sanki Yunan uçaklarının İstanbul hükümeti işbirliği ile, Mustafa Kemal aleyhine halka bildiri atılmasına, Kürt teali Cemiyeti adına destek verdiği çarpıtmasına tepki gösteriyor.Ve tarihi gerçekleri hatırlatıyor. Bu çarpıtma belki kasıtlı değildi ama okurların yanlış bilgilenmesi ve bazı kişiler hakkında yanlış zanları, toplumsal kutuplaşmayı derinleştiriyor. Çoğunluk bilmiyor, duyduğundan veya zannettiğinden emin oluyor. Bu nedenle Muradoğlu'nun yazısı okunmalı diyor ve sözü onun yazısına bırakıyorum.


ATIF HOCA'YI NEDEN ASTILAR?

"Hürriyet" yazarı Rahmi Turan, 1926'da idam edilen İskilipli Atıf Hoca'ya değindiği yazısında resmin bütününü göstermek yerine sadece bir parçasını tercih etmiş.
"Teal-i-İslâm Cemiyeti" adına bastırılan bir bildirinin Yunan uçakları tarafından Anadolu'ya atıldığını, bildiride Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının padişaha başkaldıran asiler olarak nitelendiğini belirtmiş.
"İstiklal Mahkemesi" zabıtlarına göre Atıf Hocanın "vatana ihanet" suçundan idam edildiğini dile getirmiş.
"Geçmişte uğraşmak yerine önümüze bakalım" türünden yaklaşımı bir parça anlayışla karşılamak mümkün ama olaylar çarpıtılarak aktarıldığında vicdanlar da buna razı gelmiyor.
Sözkonusu bildiri 1920'de yazılmıştı.
Rahmi Bey'in yazısından Atıf Hoca'nın bu bildiri yüzünden arandığı ve 5 yıl sonra yakalandığı gibi bir anlam çıkıyor.
İşin gerçeği şudur..
1925'de "Şapka Kanunu" çıkarılmış, bu kanuna yurdun bazı bölgelerinde tepkiler gösterilmişti.
Bu tepkilerle Atıf Hoca'nın Şapka Kanunu'ndan 1,5 yıl önce neşrettiği "Frenk Mukallitliği ve Şapka" risalesi arasında bağ kurulmuştu.
Atıf Hoca, risaleyi neşreden matbaacı, bu risaleyi dağıtanlar, yanı sıra Şapka Kanunu aleyhinde bulunmakla suçlanan birkaç hocaefendi "İstiklal Mahkemesi"ne çıkarılmışlardı.
***
Mahkemede sanıkların aleyhindeki havayı köpürtmek için 5 yıl önceki bu bildiri de gündeme getirilmişti.
Aslında bu bildiride Atıf Hoca'nın bir dahli de yoktu.
Tahir'ul-Mevlevi "İstiklal Mahkemeleri" isimli hatıratında işin gerçeğini tafsilatıyla anlatır.
Buna göre Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin İstanbul Hükümeti'nin baskısıyla vücuda getirdiği bir bildiriydi bu.
Üstelik Cemiyet adına hazırlanan bu bildiri Cemiyetin İdare Heyetinin bilgisi dışındaydı.
Mustafa Sabri Efendi, Atıf Hocadan bildirinin cemiyetin mührü ile mühürlenmesini istemişti.
Atıf Hoca da İdare Heyetine danışmadan böyle bir şeyi yapamayacağı cevabını vermişti.
Cemiyetin İdare Heyetinden Tahir'ul-Mevlevi ile birlikte Mustafa Sabri Efendi'nin yanına çıkan Atıf Hoca, "Biz buna razı olmayacağız. Çünkü Teal-i İslam siyasi değil ilmi ve dini bir cemiyettir. Biz hükümetin işine karışmayacağımız gibi hükümet de bizi karıştırmasın" demişlerdi.
Konu Cemiyetin toplantısında da gündeme gelmişti. .
Hükümet taraftarları itirazlara rağmen bildirinin Anadolu'ya gönderileceğini söylediklerinde Atıf hoca ve arkadaşlarından "gazetelerde tekzip ederiz" cevabı almışlardı.
Bu sözlere Hükümet taraftarları "Edemezsinin, Matbuat Müdürlüğüne emir verilmiştir" diyerek karşılık vermişlerdi.
Atıf Hoca ve arkadaşları bunun üzerine toplantı çıkışında itirazlarını şifahen ilan edeceklerini söylemişlerdi.
Sonunda beş üye "kabul", beş üye de "hayır" cevabı vermişti.
Reis Atıf Hoca'nın da "hayır" oyu vermesiyle birlikte bu bildirinin yok hükmünde sayılmasına ekseriyetin görüşü ile karar verilmişti.
***
Aradan 5 yıl kadar geçtikten sonra Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından tutuklanan Atıf Hoca, mahkemede Cemiyetin Anadolu'ya hiçbir vakit beyanname (bildiri) göndermemiş olduğuna dair "Vakit" gazetesi ile yapılan ilanı da göstermişti.
Savcı, Atıf Hoca hakkında 10 yıl hapis cezası istemişti ama mahkeme heyeti idam cezasına hükmetti.
İstiklal Mahkemesi kararlarının temyizi yoktu.
Prof. Ergun Aybars'ın dediği gibi Cumhuriyet sonrasındaki İstiklal Mahkemeleri devrimlerin gerçekleşmesi amacıyla kurulmuştu.
Şapka Kanununa itirazların önünü kesmek için Atıf Hoca kurban edilmişti.
Durum budur.
Abdullah Muradoğlu-Yenişafak

27 Haziran 2011 Pazartesi

ÖZKÖK HÜKUMETİ TEHDİT EDİYOR

Ertuğrul Özkök'ün Ara Rejim Çuvalladı yazısı ve Hüseyin Çelik'in tepkisi...
Çelik her zaman lafını esirgemeyen bir sözcüydü. Bu defa da ağır konuştu ve gereken cevabı verdi Ertuğrul Özkök ün yazısına.
 Ancak Özkök ün, bu cevaba cevabı Çelik'in kendisini veya kendilerini tehdit ettiği algısı yaratmaya yönelik. Özkök son derece kurnaz. İşini elbette çok iyi biliyor.

İlk yazısına bakalım. Son günlerde Güneydoğu sorununa yönelik gerginlikten istifade etmeye çalışmış hemen. Yeterince gerginlik oluşturulmuşken elindeki tek atımlık barutu harcama fırsatını heyecanla değerlendirmiş.

Erdoğan'ın ''Kürt sorunu yoktur'' sözünü çarpıtma fırsatını kaçırmamış mesela. Erdoğan Kürt sorunu yoktur derken, Kürtleri sorun olarak görmedikleri hassasiyetini ifade ediyordu. Ya bunu anlamayacak kadar salak olmak lazım ya da çarpıtacak kadar kötü niyetli.

Polis devleti eleştirisine biraz hak verebilirdim. Polisin ateşi ile can veren çocuklar benim de içimi acıtıyor. Ama fırsatı bulmuşken geçireyim diye o kadar çırpınınca ona bile hak veresi kalmıyor insanın.
Hele çizdiği resme yaptığı tanım, ara rejim vs.

Neyse bu yazıya Hüseyin Çelik cevap verdi. Dava açacağız dedi. Dava açmak en doğal hakları değil mi? Bir hukuk devletinde dava açarsınız. Ama Özkök ne yaptı, bunu tehdit olarak yansıttı Çelik'in cevabına verdiği cevap yazısında. Bağımsız mahkemelere talimat veriyorlar dedi.
Oysa haklılığına güvenen kişi söylemidir ''dava açacağım'' sözü. Gücüne güvenenin haksız söylemi olduğunu düşünmüyorum.

Hüseyin Çelik'in bu zihniyeti ayaklar altına almalıyız demesini de tehdit olarak yansıttı  Özkök.  Ailesini, çalıştığı medya gurubunu tehdit olarak hem de... Oysa bir zihniyeti ayaklar altına alma çağrısı, bir  fikri tepkiyi ifade etti bana.

Halbuki Özkök yazının perde arkasında Ak Parti'yi basın özgürlüğü ihlalleri yansımalarını, Avrupa gündemine taşımakla tehdit ediyor.

Bir atımlık barutu kalan ve fırsatını bulmuşken eleştirilerini eleştiri olmanın ötesinde dile getiren Özkök, Çelik'in kısmen haklı tepkisinden de nemalanmayı ihmal etmemiş velhasıl.
Arkasına da, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin iki kararını alıyor:
Bunlardan biri basın özgürlüğünün halka, siyasal liderler hakkında kanaat oluşturma olanağı tanıdığını belirten karar. Diğeri de,''Basın özgürlüğü belli bir ölçü de abartma ve hatta tahrik de içerebilir'' kararı.

Ne diyelim. Kendini savunmaya hazır. Ne de olsa Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile güvence altına alınan hakların ihlali her daim Avrupa İnsan Hakları mahkemes'nde muğlaklık ifade etti.
Aynı mahkeme 12 Eylül mağdurlarının başvurusuna karşın, darbecileri de yargılamaya gerek görmemişti.

Bu konular basın özgürlüğü ekseninde görüldüğünde batıyı örnek alanlar İngiltere'de ulusal çıkarların hepsinin üstünde olduğunu biliyorlar mı acaba?

Ancak Çelik'in Özkök'ün nitelemelerini eleştirirken, ''haddi değildir'' ifadesini kullanması yanlış olmuş. Netice de bir basın mensubudur. Kanaatini yazmaktan ekmek veya pasta yemiş bir köşe yazarıdır.
 Ayrıca Özkök için ''CHP'den aday olsaydı'' söylemi yerinde olabilir ama  Ergenekoncular ile beraber CHP'den aday olsaydı cümlesi de rahatsızlık verici.
Tabii milletin iktidarını ve iradesini bu şekilde sabote etmek isteyen manüple etmek isteyenlerin karşısında öfkesine veriyorum bunları.

kasete dair senaryolar


25.05.2011

Habertürk sabah kuşağı içinde yer alan Medyakritik için seçilen yazıları önemsiyorum ve manşetleri de çoğunlukla oradan dinliyorum.

 CHP Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran, Habertürk Gündem Ekonomi'nin konuğu oldu bu sabah. Bende medyakritik'in peşinden bu konuyu ilgi ile izlemeye koyuldum.

Umut Oran'ı çok zayıf buldum. Ahlaklı ve temiz bir insan imajı çizmek ile beraber kendisi sorulan sorulara çözüm odaklı yaklaşmak yerine Ak Parti ve Erdoğan efsanesi üzerine giderek yanıt vermeyi tercih eden bir yol izledi.

Hele kaset skandalına dair görüşleri sorulduğunda kendisi ile ilgili ümitlerim iyice azaldı.

Oran, MHP'li vekillerin özel yaşamlarına dair çekilen görüntülerin yayınlanmasının arkasında Ak Parti'nin olduğuna inanabilir. Gerçekten inanıyordur herhalde. İnanmıyorsa da siyaseten inanması gerekebilir. Ama bunu bağladığı yer sakat. Sanki gözü ile görmüş gibi ''Ak Parti'li vekillerin de kasetleri var, onlar niye çıkmıyor demek ki Ak Parti bu işin faili'' demeye getiriyor.

Daha önce CHP'de yaşanan ve Genel Başkan değişimine neden olan şimdi de MHP'yi vuran kaset olaylarının arkasındaki güce dair zaten iki ana senaryo var. Bir tanesi partiler içindeki muhalif kesimlerin, mevcut yönetimlerin Ak Parti'ye yeterince muhalefet edemediğine ve parti içi demokrasilerin işlemeyişi nedeni ile bu yönetimlerin kendiliğinden gidemeyeceğine inanmaları. Ak Parti'nin bu işi yapmış olmasına olasılık tanımayan birinci senaryo bu.

Bir diğeri ise bugün gazetelere de yansıyan dış istihbarat birimlerinin işin içinde olduğu. Yani bu durumun İç siyaset ile dış siyaseti ayırmanın mümkün olmadığı durumlardan olduğu yorumu. Dış güçler veya büyük aktörler bölge siyasetinde Türkiye'nin önemini biliyorlar. Bu bölgede son dönemde istikrara ihtiyaç duyulduğu biliniyor.

Amerika Birleşik Devletleri'nin Arap ülkelerinde yaşanan gelişmelerden sonra aldığı soğukkanlı tavır ve bölge ülkeleri liderlerine gönderdiği reform yapmaları yönündeki mesajlar ortada.

Böyle bir dönemde Türkiye'nin de Kürt sorununu çözmüş olması bölge istikrarı bakımından önemli diyenler var. Bu görüş her şeyi süper güçlerin şekillendirdiğine inanan veya buna dair tecrübeleri olan kesimlerin inandığı bir görüş.

Bu güçlerin işine, Kürt sorununun çözülmesi geliyorsa, bu Türkiye onlara hizmet ediyor anlamına da gelmez ayrıca. Bazen çıkarlar örtüşür diyelim buna. Yani benim insanımın, halklarımın da sorunları çözülecekse aynı zamanda, neden olmasın? 

Son on yıl öncesine kadar bölgede istikrar istemeyen ABD vardı ve MHP terör sorununa engel olabildi mi? Derin olaylar tezgahlanırken on yıllarca hangi gençler kullanıldı, kim kimler ile işbirliği yaptı tekrar hatırlamak lazım. Teröre taviz verelim demiyoruz ama kimse de Türkiye bölünecekti, dış güçler MHP'yi bunun önünde engel gördü, ''işbirlikçi AKP'' moduna girip göz boyamaya kalkmasın.

Yıllarca her cenahtan insanlar öldü, öldürüldü. Onların da işbirlikçileri vardı. O zaman Ak Parti mi vardı.

Netice de kasetleri bölgede istikrar adına Türkiye'de Kürt sorununun çözülmesini isteyen ve bunun önünde MHP'yi engel gören dış güçlerin icraatı olarak gören bu ikinci görüşe göre de bunu Ak Parti yapmış olamaz.

 Oran, bu güçlerin elinde Türkiye’de ki her partinin mensuplarına dair kaset olduğunu biliyor veya tahmin ediyorsa ve Ak Parti'nin de kaseti var söylemi buna dayanıyorsa, o zaman yine kasetleri yayınlayan odak Ak Parti olamaz. 

Başbakan bunu malzeme yapar, yapmaz, bu etiktir değildir ayrı konular.

Şimdi bu olayı Ak Parti'ye yıktıktan sonra bir de üstüne bu konulara girmenin edepsizliğinden bahsedebilirsiniz. Onu da anlarız. Ancak ''biz bu konulara girip  gündeme getirmiyoruz'' diye sütten çıkmış ak kaşık gibi yorum yapıp, takdir toplamayı beklemeyin.

Siz bu konuları gündeme getirmiyorsunuz çünkü (üzülerek söylüyorum , keşke olmasaydı) geçmişte siz de CHP olarak benzer bir olay yaşadınız da ondan gündeme getirmiyorsunuz. Çünkü siz çok iyi biliyorsunuz bir parti içerisindeki ayrışmaların sonucu oluşan mücadelenin muhalefet ettiğini partiler ile mücadeleden daha acımasız olduğunu.

İmam nikahlı eşler ile ilgili görüntülerin ortaya çıkmasını fırsat bilip Ak Parti'li vekillerden de imam nikahlı eşleri olanlar var diyenlere gelince, MHP'yi bitiren o imam nikahlı eş görüntüleri değil ondan önce bir genel başkan yardımcısının kasetinde söz ettiği, '' bana kadın bulun yeter'' nevinde zihniyetlerin yönetimde olduğunun ortaya çıkması olacaktır. O konuşmalar, kadına düşkünlüğün nezakete son derece aykırı şekilde ifade edildiği o sözler sonun başlangıcı olmuştur.

Yoksa çapkın  her yerde...

Erkeğin çok eşliliği ve imam nikahı yasal olsun konularına dair tartışmaya ise bir sonraki yazıda değineceğim inşallah ama şimdilik şunu söyleyeyim  Mustafa Mutlu konuya farklı bir yaklaşım getirmiş, okuyabilirsiniz.

23 Şubat 2011 Çarşamba

DEKOLTE VE ODA TV, DEVRAN DONER!

Birbirini assagilamaya, kokten karalamaya merakli, bolunmeye acik bir toplumuz.

Dekolte konusunda yapilan aciklama cok tartisildi. Bir hocadan gelmesi uzucu oldu. Ancak hayatin gercekleri de ortada. Biz "acana" saldirinin makul karsilandigi bir toplumuz. Bu kadar basit. Erkegin yaptigina hosgorulu olmayi ogrenmis bir toplumuz. Bunun laik olani da bu goruste, dindar olani da.

 Ama bu konunun din ile bir alakasi yok. Din de erkegin de kadinin da zina yapmasi gunah sayilmistir. Riza disi olmasi ise tek tarafin sucu olarak gorulmustur. Dinin tanimi zaten kotulugun ortadan kalkmasi, insanin nefsinin mutmain olmasi iken, tecvauzu tesvik ettigini ileri surmek gercekci degildir. Ancak insan, dini bile kendi nefsine bahane yapmaya musait ne yazik ki.

Dekoltesi acik giyen kadina gelince, actigi icin gunahkardir ama bu gunahin cezasi Allah tarafindan ahirette verilir veya affolunur.Kimse bilemez.

Acana da acamayana da tecavuz eden ayni gunahi islemis sayilir. Boyle bir indirim din hukukunda yoktur.

Din adina konusmak kimlere kaldi.

Yurt disinda tahrik indrimleri var. Amerika'da mini etegi tahrik sayarak ceza indirimi getiren kararlar oldugunu biliyoruz ornegin. Ama bunlari ornek almak yerine onlemeye, caydirmaya yonelik duzenlemeler yapilmali.

 Gogus dekoltesi, islam kulturunde iman tahtasidir ve dinen kadinin yabanci erkekelere acik olarak gostermemsi gerekir.

 Bu tum dunyada muhafazakarlarin dikkat ettigi bir husus aslinda. Pek cok Amerikali, Italyan arkadasim kiyafetlerini giydiklerinde, yada benim yanimda bisey alirken, yakasi cok mu acik diye bana sormustur.

Gelelim isin farkli boyutlarina. Birine yakani kapat demek, onun hassasiyetlerini, inancini, yasama bakisini bilmeden yapildiginda korkunc bir hal alir. Dikkat ettigini bilerek farkinda olmadan acildiginda soylemek farkli olabilir. Toplum genelini ilgilendiren kurallar, varsayimla ve tek bir yasam tarzi oncelenerek alinmamali.

Bir diger gundem maddesi ise Soner Yalcin'di. Herkes yazdi, bazisi yazanlarin yaziyor olmasini hazmedemedi, bazilari uzuntusunu bazilari sevincini dile getirdi. Her zamanki gibi tahammulsuzduk. Sen bu konuda yazamazsin, sen gazeteci olamazsin, bu yeni devsirilen gazeteciler nerden cikti gibi pek cok kelam sahibi Soner yalcin'i savundu.

Oda TV ve Soner Yalcin'a dair yazilan yazilara internette gelen yorumlari okuyun. Keske Soner Yalcin savunmasi yapilirken bazi kisilere hangi meslekleri yapabilecekleri hangilerini yapamayacaklari soylenmeseydi. Bu duruma sevinenler kinanirken baska bir dil kullanilabilseydi.

Evet bazi insanlarin kisilikleri egitimleri kulturel yapilari gazeteci olup olmamalari gerektigi konusunda fikir verebilir. Ancak bu meslegi sadece belli goruse mensup olanlarin isgal edebilecegi bir is olarak gormek ne kadar dogru?

O insanlarin da bir gorusu var. Bir emegi var.

En son iki cumle ile twitter'da yazmistim. Oda TV ve Soner Yalcin'in gazetecilik yaptigina inaniyorum. Okudugum bir siteydi.

 Ama haberleri yaparken tasidiklarini gordugum amac beni rahatsiz ediyordu bir okuyucu olarak. Belki de herkesin aynaya bakmasi gerekiyor. Bunu yaparken herkesin birbirini kabul etmesi en azindan mesleki acidan saygi duymasi lazim.  Saldiri ve lincle yok etme durtulerimizi yonetmeyi ogrenmemiz lazim.

Birgun devran doner diyenlere ise tek sozum, bugun devranin dondugu gundur. Ancak devran ne yana donerse donsun hukukun ustunlugune olan inanc toplumun tum kesimlerince benimsenmedigi surece kaybeden Turkiye oluyor.

Devran doner bizde sizi Silivri'ye aliriz diyenler, madem hukukusuzluk olduguna inaniyorlar, kendileri niye ayni hukuksuzlugu yapacaklari gunu bekliyorlar? Yoksa bugune kadar hukuku delmeye bizzat kendileri alisik olduklari icin mi? Bu ne yaman celiskidir?

 Bu ulkenin hukugu kiliseleri yakip, azinlik mensuplarini katledip dindarlarin ustune atma planlari yapanlari cezalandiran hukuk mu, bunu yargilamaya kalkisani cezalandiran hukuk mu?

6 Şubat 2011 Pazar

TUFAN TÜRENÇ'TEN YARGI HAMLESİ...

Tufan Türenç diyor ki, AKP bu davaların sürmesini istiyor, çünkü tutuklular içerde durdukça, dışardaki muhalifler korkuyor. Ders alıyor demek istiyor yani. Bu da AKP'nin işine geliyor.

Ne denir buna. Yıllarca bazı tutuklular içerde durdukça, geçmişteki muhalifler korktuysa, bu da doğru olabilir. O zaman müennes nizama  bunları sadece aşırı solcu olarak nitelenen yazarlar soruyordu. Çok geride değil o günler.

Türenç, Sami Selçuk'un ifadelerine dayanarak, bu davalar iki nedenle AİHM'e gider demiş.

Birinci neden tutukluluk süresinin uzaması.

Çok konuştuk Medya Müfettişinde. Selçuk dahil iki senede programa almadığımız adam kalmadı. Ergenekon Davası Avukatı Vural Ergül'ü ilk yayına çıkaran da bu kardeşiniz oldu ama CHP yine soru önergelerini bizim programa verdi. Çünkü ''yandaşlardan'' çok, gerçeğe bağlı olanlardan korktular.

Dönelim konuya. Tutukluluk süresi birinci sebep.

Pekiii.

Mısırçarşısı patlaması davasında, bozma kararları ile onüç yılı bulan süreye ne demeli. Ha tutukluluğun uzaması ha yapboza dönen yargı kararları ile işkencenin uzaması. Aynı şey. İkiside sonuç olarak adaletin gecikmesi, mağduriyetin artması değil mi? Mesela yani. Başka örnekler de veririm. Uzar boşuna laf. Anlayan anlıyor.

Gelelim ikinci sebebe. Türenç, Selçuk'tan alıntı yapıyor. İddianameler çok uzunmuş, dünyanın hiçbiryerinde üçbin sayfalık iddianame olmazmış. Böyle iddianame düzenleyen ekibe, böyle önemli dava emanet edilmezmiş.

Buna sözüm yok. Hoca hukuçu gözüyle konuşuyor da...

Bunun üzerine gazetecinin şunu sorması lazım, bunu yapacak başka ekip yoksa ne olacak? Ya tuz kokarsa hadisesi. Yargı yandaşsa, ben darbecimi yargılamam diyorsa yani. O zaman ne olacak?

Bu ülkede çoban ile oyunu eşit görmek istemeyenler var. Çoban ile yaşam tarzın eşit değil, yediğin, içtiğin, giydiğin. Ama adalet, kamu hizmeti, oy hakkı gibi konularda eşit olmayı hazmetmek lazım. Benim oyum, öylesi yüz kişiye bedel diyen zihniyetin ileri süreceği tezler bunlar. Ha yargı, ha sandık, zihniyet aynı.

İşte Hukuk Devletine Elvedaya Doğru başlıklı yazı da öyle.

Yani daha önceden varmış hukuk devleti... Şimdi veda ediyormuşuz...

Ben yargı mensubu olsam ne İsa'ya ne Musa'ya, halkın, Hakk'kın, adaletin tokadını öyle bir atardım ki kapıma gelipte benden taraf tutmamı bekleyene.

 İşi gücü bırakıp hukuk mu okusam acaba.

(Türenç'in yazısı için tıklayın)

4 Şubat 2011 Cuma

''DOĞRULAR AŞKINA LANETLENMEK''


Bugün Pınar Selek'i yazanlara teşekkür ederek başlamak istiyorum.

Selek bomba mı gaz kaçağı mı akıllarda şaibeli kalan Mısır Çarşısı patlamasının sanığı...

Sosyal araştırmalar yapan duyarlı bir sosyolog. Üzerine mi yıkıldı bilmiyoruz. Kürt meselesini de incelemeye başlaması, sorunun çözülmesini yürekten isteyen bir bilim insanı olması rahatsız mı etti birilerini bilmiyoruz.

Defalarca beraat etti, beraat kararları bozuldu, son karar günü 9 Şubat...

Çektiği acılar iyileşebilir mi gelmesi beklenen son karar ile onu da bilemeyiz.

 Halk uğruna çekilen acılar kutsal mıdır mesela?

Halkın  bir kısmı, kadın başına ne işin vardı gayler ile travestiler ile, sokağa atılmış ile satılmış ile diyor duyar gibiyim.

Muhafazakar ev kadınları belki de bunu söyler gibi olacak karar Televizyonlarda haber olunca 9 Şubat'ta... Ama  muhafazakar olarak görülen aydın kadınlar var oldu bugüne kadar Pınar Selek'in yanında. Türbanlı yazarlar... Alimin ve cahilin dindarı dinsizi, inançlısı inançsızı olmuyor. İlim ve cehalet bambaşka birşey çünkü.Başı açık ve kapalılık ile zihni açık ve kapalılığın başka şeyler olması gibi.

Yine de Pınar Selek'e bu vehimlerle yaklaşanlar için şu ayeti yazalım;

Ali İmran Surei 195: ''Sizden gerek erkek gerek kadın hayır işleyen hiçkimsenin çalışmasını zayi etmem. Benim yolumda işkenceye zarara uğrayanların elbette kusurlarını örtecek ve onları içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğim.''

Hak ismi Şerifi'nin sahibi böyle buyuruyor. Hak isimi Şerifine sahip bir Yaradan, bu haksızlıkları, yapanların yanına bırakır mı?

Balık bilmezse Halık bilir diyelim buna da.

Benim bildiğim birşey varki , yanlız değil Pınar Selek ve hiçbirşey boşa gitmez aslında bu hayatta.

Selek'in kendisine yapılanları nasıl anlattığını paylaşacağım. Önce yaptığı sosyolojik bir analiz ile başlayalım:

''Oyunun kuralıymış, öğrendim. Eğer şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışırsan, suçlu ilan edilirsin. Üstelik suçun şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışmak olmaz. Tam da senin karşı durduğun, mücadele ettiğin bir tutum sana mal edilir. Örneğin bir rahibeysen, fahişelik yapmakla suçlanırsın. Hayatını İslami değerlerin canlı tutulmasına adamış bir insansan, boynuna, içki ya da uyuşturucu tüccarı yaftası asılır. Ya da bir anti militarist olarak bombacılıkla suçlanırsın. Ve bu öyle kriminal bir tarzda yapılır ki sen savunmaya itilirsin. Yani bir odağın üzerine yürürken, kendinle uğraşmaya başlarsın. Suçlamalar sürekli tekrarlanır, tekrarlanır... Bunlar iddia biçiminde de verilse, çamur izini bırakır ve herkes sana baktığında bu suçlamaları hatırlar. Artık sen asla eski kimliğini sürdüremezsin. Bir düşünce suçlusu değilsindir. Barış suçlusu da ilan edilmezsin. Savaş örgütü, seni terörize eder ve yeni bir kimlikle milyonların karşısına çıkarır...''

''...Cezaevinden çıktıktan sonra, suçluluk psikolojisiyle, “uslu kız” görüntüsü veren bir role bürünmedim. Bu davanın hayatımı etkilemesine izin vermedim. Tahliye edilir edilmez, cezaevi kapısında, barış için mücadele edeceğimi söyledim. Madem ki küçücük bir barış çabam böyle cezalandırılmıştı; o halde, bu çabayı büyütmem, her şeyden önce, kendime saygı açısından gerekliydi. Yaşamıma, başıma bu komplo gelmeden önceki arayışlarım yön verdi. Bu sefer, üzerime dolaylı ya da doğrudan tehditlerle geldiler. Şimdiye kadar hakkımda iddia ettikleri tüm suçlamaların saçmalığı, huzurunuzda ortaya çıkınca, beni bir şekilde mahkûm etme tutkusu devam etti. Milliyet gazetesindeki asparagas haberin, büyük bir acz içinde, dosyaya konması bunun son örneğidir. Oysa aynı gazetede, haberin geçersizliğini ortaya koyan ve gözden kaçtığı için, genel yayın yönetmenin dahi özür dilediği geniş bir yazı çıkmıştı. Bu tür haberlerin nasıl yapıldığını siz benden iyi biliyorsunuz. Gazete yönetiminin bile fark edip özür dilediği bu haberin hemen dosyaya girmesi, beceriksizlikle sürdürülmeye çalışılan bir komployu gözler önüne seriyor...''

''...Bazen doğrular aşkına lanetlenmek durumunda kalıyor insan ve hakikat aşkına buna katlanıyor...''

Hakkındaki beraat kararı bozuldu. Yargıtay eliyle. Ömür boyu hapsi isteniyor. 12. Ağır Ceza hukuğa olan güveni gösterecek belkide. Vicdanların sesini duyuracak. Göreceğiz.

Bu konuda vicdanlı ve cesur duruş sergileyen, Selek'i tekrar tekrar yazan Star Yazarı Hidayet Şefkatli Tuksal'a, Ümit Kıvanç'a, Cengiz Çandar'a, Derya Sazak'a Sibel Eraslan'a insanlık adına teşekkür ediyorum. Eklemeyi unuttuklarımdan özür diliyorum.

24 Ocak 2011 Pazartesi

ALMAN BASININDA TÜRK DIŞ POLİTİKASI...

Türk medyasında yorumcuların yeni trendi, daha çok dış politika yorumu yapmak.

Türkiye gerçekten büyük bir küresel aktör olma yolunda ilerliyor mu, dünya basınında Türkiye'nin arabuluculuk faaliyetleri nasıl yorumlanıyor sürekli tartışılıyor. Dışişleri Bakanı Sayın Davutoğlu ve ekibinin politikaları irdeleniyor.

Bir ara dış basında sürekli Türkiye'nin eksen kayması yorumları pompalandı.Türkiye'de de bu yorumlar üzerinden yüzümüzü Doğu'ya döndüğümüz çok yazıldı.

Bugün ise Star gazetesinde Yağmur Atsız Alman gazetelerinden birinde İran'ın nükleer çalışmalarının dünyaya verdiği rahatsızlık konusunda Türkiye'nin arabuluculuk girişimlerinin küçümsenmeye çalışıldığını vurguladı.

(Yağmur Atsız'ın ''dilencilere ve hödüklere dair'' yazısı için tıklayınız)

Frankfurter Allgemeine Zeitung, İran'ın Nükleer Kapasitesi konulu toplantıyı düzenlemek için, Türkiye'nin yalvardığı-dilendiği ifadesine yer verdi.

Değişen uluslararası ilişkilerde yeni terimlerin siyaset bilimine girdiği bir gerçek. Arabuluculuk ise bu noktada önem arz ediyor. Bu yorumların yapılıyor olması bile Türkiye'nin izlediği politikaların önemini gösteriyor. Kendimizi dev aynasında görmeyelim Atsız'ın dediği gibi ama, madem bu kadar önemsiz, neden bu konuya değiniyor yabancı yazarlar onu da bir düşünelim. Neden rahatsız oluyorlar? Dilenerek veya başka şekilde, maksata ulaşmak değil mi asıl olan?

Öte yandan bugün Cüneyit Ülsever ise Hürriyet'teki köşesinde idealist politikaları sorguluyor.Türkiye'nin eski Britanya'nın kolonilerine yaptığı gibi, Ortadoğu, Balkanlar ve Orta Asya'da, Türkiye önderliğinde bir milletler birliği hedeflediğini yazıyor. Bu noktada bazı ülkelerce kullanılmanın sözkonusu olabileceğine dikkat çekiyor. Ve Türkiye'yi  Sudan Çin ve İran gibi ülkelerdeki insanlık dramına seyirci kalmak ile suçluyor.

(Cüneyit Ülsever'in yazısı için tıklayın)

Peki örneğin  Sudan'da üniter yapının korunmamasında kimin çıkarı var? Bu ülkede yaşanan vahşette petrol nedeni ile bölücülük faaliyetlerini destekleyen dış devlet etkisi iddialarını bir hatırlayalım.

Darfur'da soykırım yapılıyor söylemi, Amerika'da da çok yaygın ve konuya dini pencereden bakmak tercih ediliyor nedense...Oysa 1994'te Rwanda da yaşanan insanlık dramına da seyirci kalındığını hatırlatan yazarlar da var.

(Aksiyon'dan Mesut Çevikalp'in ''bölünen Sudan mı petrol mü'' yazısı için tıklayın)

Bu durumda Türkiye'yi bu sorunlara seyirci kalmakla suçlamak ve Türkiye'nin hedeflerini küçümsemek ne kadar akılcı ve bu yorumların amacı ne tekrar düşünmek lazım.

 Tabii Türkiye'nin nerede çıkarı var ne kadar çıkarlarına göre politika güdüyor onu da sorgulayalım. Kimsenin ona itirazı yok.

21 Ocak 2011 Cuma

SERDAR TURGUT'UN ''GLOBAL ELİT'' YAZISI VE BAŞBAKAN...

Seradar Turgut Global Elitin Yükselişi başlıklı bir yazı kaleme almış. Yazıyı sonuna kadar okudum.

Kendisine Batıda babadan gelen servetin artık el değiştirdiği  ve çalışarak sermaye edinen yeni zenginler oluştuğu konusunda tamamen katılıyorum. Facebook'un kurucusu bile buna örnek olabilir. Artık sermaye babadan oğula geçmiyor ve bu yeni kesimin dünya ile iletişimi, kültürü çok farklı. Turgut'un dediği gibi Bill Gates ve Steve Jobs bunlardan bazıları ve sosyal duyarlılıkla dünyayı kurtarma adına vakıflar aracılığı ile önemli işlere imza atıyorlar. Özellikle Bill -Melinda Gates'in çalışmaları dikkat çekiyor.

Batı sanıldığı kadar da geriye giden bir trend değil bencede. Turgut'un, Doğu aleminin, bu kesimin ürettiği teknolijiyi kullanacak olması ve Türkiye'nin ufkunu sınırlı tutarak bu güçlü dalgadan kurtulamayacağı uyarısında bulunması son derece mutlu etti beni. Birileri her görüşü söylemeli, bunu da söylemeliydi.

Gençlerimizde bu yeni global elit ile bağlantı kurabilecek potansiyel var diyen Turgut onların da avamın iktidarı ve gündelik yaşam kalitesizliği ile canlarından bezdirildiğini yazıyor. Buna da sonuna kadar katılıyorum.

Ama bu yazının sonunda Turgut, konuyu kendisini ıslıklayan futbol seyircisine kızan başbakana, bu seyirci hakkında cadı avı başlatan takım başkanına bağlayıp, bu avamlıklardan bıkmış biri olarak New York'u özlediğini söylemiş. New York'tan verdiği gerçekten de güzel bir şehircilik örneğinin ardından...

İşte tam burada o dediği elitler o başbakanı protesto edecek ruha mı sahip olurlardı acaba, ABD başkanı bir stad açmaya gitseydi örneğin? O noktada Batılı tavrı örnek almayanalarda Turgut'un iğrendiği avamlık noktasında durmuyorlar mı acaba?

Turgut'a her yazdığında hak vermişken, yazının sonunda işi buraya bağlaması da bana avam geldi ne yalan söyliyeyim. Yoksa sözünün kalanında çok haklı ve söyledikleri çok önemli.

(Serdar Turgut'un yazısı için tıklayın)

Ayrıca bu yazı bana geçmişte Medya Müfettişi programında yaşadığım bir olayı hatırlattı. Telefon bağlantısı ile katıldığı bir programımda ön yargı ile, beni ve sorumun sonunu dinlemeden telefonu yüzüme kapatması da hiç bu bahsettiği global elitlerin kültürüne ve özlediği kültüre uymuyordu ne yalan söyliyeyim...

19 Ocak 2011 Çarşamba

KADRİ GÜRSEL'E ÖDÜL VE MERCEĞE TAKILANLAR

Köşe yazılarını mercek altına almaya devam ediyoruz.

Bir yazarımızın aldığı ödül ile başlayalım bugün.

Kadri Gürsel son yazısını bitirirken16 Aralık'ta TASAM tarafından verilen “Stratejik Vizyon Ödülleri” “Stratejik Vizyon Sahibi Gazeteci-Yazar” ödülüne layık görüldüğünü aktarıyor. Gürsel  ödülün farklı perspektiflerin kısıtlanmamış bir ortamda özgürce tartışılmasına stratejik bir değer atfeden TASAM’ın vizyonunu simgelediği yorumunu yapmış 16 Aralık'taki törende. Kendisinin de köşesinde farklı görüşleri,, kısıtlanmamış bir ortamda,, özgürce yazdığını söylemek mümkün.

Gürsel'in Türkiye İran ilişkilerine dikkat çeken son yazısına da bir cümle ile değinelim. Gürsel bölgede, yükselen Türkiye grafiğine olan inancı vurguluyor . İran'ın,, Türkiye'nin bölgeye Amerika'ya rağmen kendi arabulucu çözümlerini getirmeye çalışmasından etkilendiğini aktarıyor.

Gelelim gözümüze takılanlara...

Cüneyit Ülsever Washington'da gerçekleşen Kıbrıs ile ilgili atölye çalışmasını bugün de kaleme aldı. Pekçok akademsiyen ve eski diplomat sorunun çözümü için beyin fırtınasında bulunmuş.

(Ülsever'in yazısı için tıklayın!)

Başbakan Erdoğan Arap dünyasında gerçekten etkili mi? Arap sokağı ile Arap devlet yönetimleri nasıl bir iletişim ve etkileşime sahip? Halkın sesi Arap yöneticilere yansıyor mu? Nasuhi Güngör bugünkü yazısında önemli tespitlere yer veriyor.

(Nasuhi Güngör'ün Arap Sokağı İktidara Yürüyor başlıklı yazısı için tıklayın)

Akşam'dan Serdar Akinan ise ABD destekli gazeteciler tartışmasına göndermede bulunuyor. Akinan bugün, İbrahim Karagül'ün  İşkence uçaklarına verilen izin konusunu yazması ve bu nedenle Büyükelçi Edelman'ın onu gazeteden attırma çabaları iddiasından , Hüsnü Mahalli'ye kadar pek çok konuya değiniyor. Elbette Ergenekoncu gazeteci yaftasına da kenarından yer vermiş.

(Akinan'ın yazısı için tıklayın)

Yine Akşam'dan Çiğdem Toker ise ''CHP, Ekonomik Program ve Kürtlerin sorunlarına yönelik bir çalıştay konusunu önemsiyor'' diyor.

Vatan'da Okay Gönensin başbakanın %50 hedefine ulaşması için toplumda her iki kişiden biri olacak şekilde kimseyi huzursuz etmemesi gerektiğini vurguluyor ve yol gösteriyor.

(Erdoğan'ın Hedefleri yazısı için tıklayın)

Öğrenci eylemlerine hükümetin yaklaşımı da bir diğer konu.  Hangisi öğrenci? diye soran Mümtazer Türköne'yi de unutmadan ekleyelim.

(Hangisi Öğrenci başlıklı yazıyı okumak için tıklayın)

GALATASARAY KAŞKOLLU ERDOĞAN - 17/01/2011


Az Önce Vatan Gazetesinde Reha Muhtar'ı okudum. Bu karenin çekildiği günleri yazmış. Başbakan hapisten çıktıktan kısa bir süre sonrasında çekilmiş fotoğraf. Kopenhag'da Galatasaray maçını izledikten hemen sonra.

Muhtar, Polat'ın Galatasaray'a hakim olmadığını falan yazmış yazısında.

İyilik yap at denize. Balık bilmezse Halık bilir demiştik geçtiğimiz günlerde Hakkari'ye yatırım için....Akabinde stad olayı yaşandı.

Bu kareyi ben de paylaşmak istedim.

Aynı gazetede Can Ataklı iskanı olmayan stadın açılışı yapılır mı diye soraraken,oturuma ve kullanıma açık hale gelmemiş bir stadda neden açılış yapılır diyor.  Selahattin Duman'da Muhtar gibi protestonun aslında Polat'a geldiğini yazıyor ve Ataklı'nın sorusuna Polat'ın bir an önce itibar toplamak için açılışta acele ettiği cevabını veriyor.

Ne güzel gazete. Bütün yazarlarını okuduğunda her bakış açısını görüyorsun. Soruların cevapları karşı köşelerde. Bu arada Mustafa Mutlu ise bugün rahatsız olduğu için yazamamış.

Ataklı'nın geçtiğimiz Medya Müfettişi köşemizde ele aldığımız Liberallere çağrısı ses getirdi galiba bu arada. Liberallere ne demişti Ataklı: Bir hafta desteği kesin, kendilerini kendileri anlatsınlar bakalım ne oluyor...

E olabilir, liberaller etkilenip, gençlere içki düzenlemesi ve benzer konularda hükümeti eleştiriyor gibi yaparak kendilerinin aslında özgün duruş ve şahsiyet sahibi olduklarını göstermek istemiş olabililer fırsat bu fırsat diyerek.

Ama asıl önemli soru Aydınların bir kısmı neden Ak Parti'ye ısınamıyor? Çünkü inanmıyorlar. İnanamadıkları bazı konularda takıntılı davranmaktalar ve önyargılılar. Bazı konularda ise onlara hak vermemek elde değil. Zamanı geldikçe bu örneklere değineceğiz. Değinecek örnek olmamasından yana umudumuz elbette. İktidar lehine olacağından değil, Türkiye lehine olacağından

VATAN YORUMCULARI 12-01-2011

''Siyasete giren gazeteci'' , ''siyasetin içindeki akademisyen yorumcu köşe yazarı'' gibi onlarca başlık var şu ara Medya Müfettişi'nin köşesine taşınacak.
Diğer taraftan Medya'da tartışılan en popüler konuların başında, hala ''yandaşlık'' üzerinden devam edenler geliyor.Bugün Can Ataklı'nın yazdıklarını mercek altına alacağım.
 İktidara destek olanlar yandaş, muhalefete destek ise, yandaşlık değil diyor Ataklı. ''M
uhalefet icra yetkisinde olmadığı için yandaşlığın bir karşılığı da olamaz'' gerekçesi ile.
Bu gazetecilerin iktidar yandaşı olarak nitelenmesinin nedeni, fikri bakımdan iktidarı desteklemelerinin ötesinde iktidar kaynaklı yayın organlarından veya bir şekilde mali olarak iktidardan beslenmeleri diye ekliyor .
Sanki muhalefete yakın yayın organı, iktidara sadece inandığı için fikri destek verebilecek gazeteci yada yorumcuyu, geçinmesi için başka desteğe ihtiyaç bırakmayacak şekilde istihdam ediyormuş gibi.
Liberallere çağrıda bulunan Can Ataklı, tam anlamıyla gaz veriyor. ''Hele bir desteği kesin de şu Ak Parti, kendini, kendinden olan kişiler ile savunsun'' diye.
Ancak yarın da biri çıkar, ''siz bir muhalefeti kesin de şu iktidar bir rahat etsin'' derse, bu isimler, sansür, basın özgürlüğü diye feryat etmeye başlayacaklardır. Veya eskaza başbakan gazetecilerle ilgili, bir sitem edip bir hafta şöyle yazmayın diye bir çağrıda bulunsa neler olur bir düşünün.
Roller böyle dağıtılmış işte bir kere.
Öbür cephede neler oluyor derseniz, Medyanın içinden konularda, polemiklerde kalemini konuşturan Ahmet Kekeç, Oktay Ekşi örneği ile yandaş iddialarını göğüslemeye çalışıyor. Kimin yandaş olduğu çıktı ortaya demeye getiriyor.
 
Oysa herkes biliyor zaten herkesin taraflı olduğunu. Halk da vatandaş da taraflı...
Bugün Vatan'a neden fazla takıldım bilmiyorum, Mustafa Mutlu'ya da değinmem lazım. Mutlu'nun yazısı birden fazla konuyu içeriyor. Baktığım zaman Hizbullah'ın tepe yöneticilerinden iki sanığın tahliyelerinden sonra imzaya gitmemelerini yazmasına saygı duyarken, Minik Serçe Neden Ötmüyor başlığıyla sanata yaptığı saygısızlığa inanamıyorum. Serçe, neden kendisi Alkol kullandığı halde çocuklara ve gençlere yönelik alkollü içki yasağına dair ''ötmemiş'' ...Yakın arkadaşı Meral Okay'ın Muhteşem Yüzyıl dizisine gelen yorumlara neden tepki göstermemiş...
Bu arada hala madem gündem bu, diziye gelen tepkileri abartılı bulduğumu geçte olsa yazıyorum. Markar Esayan'ın birkaç gün önce yazdıkları konuyu iyi özetlemişti: Atatürk'ü içki içerken,Said Nursi'yi Atatürk'ü azarlarken gösteriyor diye kızan zihniyet ile, Sultanları ''fuhuşçu'' gösteriyor diye kızan zihniyet aynı.
Mutlu, açılıma karşı çıkanlar iki cihanda da lekelidir diyen Sezen Aksu, diziyi eleştirenler için neden bu yorumu yapmadı diye soruyor.
Kimse sana neden diziyi eleştirenlerin yaptığı gibi yorum yapmıyorsun diyor mu? Yapmak istemeyebilir, yapmayabilir.
Dahası Mutlu'nun, dini korumak için gerçekleştiğine emin olduğu, onlarca laik ülkede benzer şekilde uygulanan düzenlemeyi, doğru buluyor olamaz mı Minik Serçe?


Mutlu, Minik Serçe gibi bir ismin ''ötmesinden'' bahsediyor ya, bir sanat eserine ucube nitelemesine dair tartışmalar geldi aklıma....